20 Temmuz 2011 Çarşamba

Geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar sokaklar.

Hava sıcak, çok sıcak. Ama ben yine de pencereden içeri giren o güneş parçasının içinde oturup yazıyorum bunları. Ruh besleyen cinstendir çünkü o bir parça güneş.

Evet İstanbul yanıyor. Yine de yanıp kavrulan bir gürültülü İstanbul, her türlü serin ama ruhsuz şehirden iyidir. Geçenlerde tatildeyken defterime not almışım "İstanbul'a kent kelimesi yakışmaz, şehir kelimesi yakışır." diye. Kelimenin tınısı, ruhu oluşu, hafifçe eskiyi anımsatışı, belki de şiir kelimesini andırışıdır bana bunu düşündüren.

İçindekilerin başından ve aklından neler geçerse geçsin, şehir her daim büyüsünü koruyor ve kuytularında bizim için zulalanmış bir miktar mutluluk gizliyor. Söz konusu mutluluğun kendi payıma düşen kısmını teslim almak üzere dün evden çıktım.

Taksim'i, tıpkı gerçek bir insanı özlermiş gibi özlemişim. Tabii bir de o çok çok sevdiğim insanları. Bazen istiyorum ki koskocaman bir evim olsun, odalarında sevdiğim insanlar yaşasın. Kendi hayatlarını kurup idare etsinler, ben istediğim zaman onlara sarılabiliyor olayım sadece. Böyle devasa, upuzun sarılayım insanları özledikçe. 

Angie'yi gördüğümde öyle yaptım mesela. Lennon gözlükleriyle sokakta görür görmez sarılmayı istememek imkansız zaten. (Ola ki hâlâ okumuyorsanız bu kızın blogunu, büyük ayıp http://leftoverteacups.blogspot.com/)  

Bazı insanların varlığını bilmek güzel. Alelade şeyleri yaparken çok mutlu olduğun insanlar varsa, onları seviyorsun sen, şüphen olmasın. Konuşa konuşa İstiklal'i baştan sona adımlamak, Galata'da kedili kafelerde oturmak, uzun uzun sohbet edip bir an bile sıkılıp susmamak, sustuğunda bile o sessizlikten rahatsız olmamak çünkü onun da anlamlı ve yerinde olduğunu bilmek çok değerli. 

Hava çok güzeldi mesela, sandalyeler rengarenkti, mücver ve enginar çok lezzetliydi, hatta fonda Pink Martini ve Lucky bile çaldı. Pekâla bir film karesi olabilir hayatımızın kimi anları. Ama uğraşman gerek işte. Çaba harcamalısın ki sıkıcı bir film olmasın o hayat, bir Ferzan filmi olsun, Amelie'ye benzesin, ya da sen bir Summer Finn gibi hisset kendini. 

Bu arada bilmiyorum neden her şey hâlâ çok bir Summer modunda gidiyor hayatımda.  Çiçekli eteklerden, Simon and Garfunkel şarkılarından, plakçılardan geçemiyorum. (Kim izler benle o filmi bir kez daha?) Ah bir de kolye yerine Boston'dan edindiğim zaman döndürücüyü takmıştım. Son filmin geldiği şu günlerde en anlamlı aksesuar herhalde. 

Simon and Garfunkel demişken, elbette ki o rüya konser vardı bu akşamın ucunda: Paul Simon. Doğru insanla doğru plan her zaman güzel olur zaten. Yürüye konuşa vardık Açıkhava'ya, yerimizi aldık, oldukça da güzel görüyorduk sahneyi. Yaş ortalaması oldukça yüksekti, ama bu eğlenceden bir şey eksiltmedi tabii.

Paul Simon sahneye çıktı, ki şu fotoğraftaki oluyor kendisi, miniminnacık bir adammış bir kere! Küçük gitar çalan biblolar gibi tıpkı. Sahnede nasıl mutlu ve rahat, besbelli keyif alarak müzik yaptığı. Enerjisi çok çok yüksek, ki 69 yaşında şu an, umarım böyle kalmaya devam eder. Angie'yle karar verdik, Paul Simon biraz Ortaçgil'e benziyor. Hem gitarı, hem şarkıları, hem sahnedeki hali tavrı, hatta görüntüsü. Konserde olsanız mutlaka hak verirdiniz bana.

"Ay canım" diye diye seyrettik konseri, öyle şirindi. Tahminen 10 tane filan gitarı var ve her parçada değiştiriyor. Çalmakta zaten usta, ona sözüm yok. Ekibi de harika. Mükemmel çalıyorlar, ritmde harikalar, hatta aynı anda gitar ve saksofon çalabilen bir adamı bile var. 

Üstelik biz onu ne kadar sevdiysek Paul Simon da seyirciyi o kadar sevdi. 10-11 şarkıdan sonra selam verip sahneden indi, ama salon alkışlarla inleyince geri geldi. Biz birkaç parçalık bir bis beklerken en az 7-8 şarkı daha söyledi. Sonra tekrar gidip geldi, 3 parça daha çaldı bize. Seyirci mest ola ola ritm tuttu, dans etti, yalnızca seyirciyi izleyerek bile keyif alabilirdi insan.

Ne mi çaldı? 50 Ways to Leave Your Lover, Still Crazy After All These Years, Diamonds on the Soles of Her Shoes, You Can Call Me Al, Sound of Silence, The Boxer. Ah bir de dünyanın en büyük sürprizi olarak, gitarını eline aldı, sahneden tek başına dururken Here Comes the Sun'ın ilk notaları duyuldu. Sakin sesiyle güzel güzel söyledi, biz mest olduk. En sevdiğim The Beatles şarkısını Paul Simon'dan canlı canlı dinlediğim o kısa 2 dakikayı herhalde ömür boyu unutmam. Ben her sene yaz gelirken dinlerdim Here Comes the Sun'ı, sonra her şey umut dolu olurdu. Gözlerimi kapatıp dinlediğim o anda fark ettim ki, bu sene hiç dinlememişim bu kutsal şarkıyı. O notaları duydum ya, o sözleri dinledim ya, artık her şey başka. Belki sana saçma gelir, ama bana göre böyle. "Güneş geliyor, diyorum ki her şey yolunda."

Bir de şarkı bitince ellerini kaldırıp "George'a teşekkürler" dedi. Ah Paul Simon. İyi ki gittik.

Bu sabah uyandım, rüya zannettim konseri önce. Sonra kendime geldim, bir başka çiçekli etek kombinasyonunu üzerime geçirip Kadıköy'e yollandım. İskele önünde kavuştuk Rory ile. Adaşı olan balığı nasıl özlediysem onu bin kat özlemişim. (Bu arada 4 aylık oldu Zeynepcem) Sıcak bile ayıramadı bizi, kahvaltı ettik, uzun uzun konuştuk. Mesela biriyle daha vedalaşırken bir sonraki buluşmayı planlıyorsan, senin onunla konuşacakların zaten hiç bitmez.

Güzel planlar var önümüzdeki günlerde. Yine tek gecelik bir kaçış var ufacık. Çok sevilen bir insan var konuk gelecek. Okunacak kitaplar var. Yazdığım ve kalemin ucunda sırasını bekleyen yazılar var. Planlar var, Umut var. Hayat var.

İşte fonda da tam bu şarkı var.

Hiç yorum yok: