19 Kasım 2018 Pazartesi

dişini sıkmak denen durumu sonuna kadar yaşıyorum şu anda, hem gerçek, hem manevi anlamda.

n'olur, sabır.

10 Ekim 2018 Çarşamba

09.10.2018

Bugün sıradan bir öğleden sonra yaşayıp çeşitli işlere koşuştururken birden bir ilan fark ettim, "Aa, Coetzee geliyormuş" diyerek iki saat sonra canlı canlı konuşmasını dinledim. Sık sık kendimi "Eski Ben şimdi beni görse ne düşünürdü?" derken buluyorum. İşte bugün yaşadığım bu spontane güzellik de, hatta bu güzelliği spontane yaşayabiliyor olmanın ta kendisi beni çok mutlu ederdi. Şimdiki zamanda da ediyor neyseki. Geçmişteki Ben'in gülümseyerek bakacağı şeyler yaşadıkça kendime hatırlatmaya çalışıyorum, çalışacağım.

Öte yandan, Geçmişteki Ben şimdi yaşadığım ve olduğum bazı şeyleri de beğenmez, küçümser, üzülürdü elbet. Bugün böyle hissetmediğim için şükran duyuyor, ne olursa olsun değişime minnettar kalıyorum.

Öyle, kendi tarihime ufak bir not olsun.

------------------------------------------------

15.05.2021 eklemesi:

Gillian Flynn, Sharp Objects // Sylvia Plath, The Unabridged Journals of Sylvia Plath




3 Ekim 2018 Çarşamba

03.10.2018

Daima sahnede bir şeyler yapmak istemişimdir. Sadece konuşma yapmak gibi sakin, aklı başında ve hatta sıkıcı bir eylem değil, coşkunluk ve kendinden birkaç dakikalığına da olsa uzaklaşmayı sağlayacak bir şeyler. Şarkı söylemek mesela, dans etmek, belki tiyatro. Bu üçünün birleşimi olan müzikal ya da. Eğer seçmelere katılmak,"başarılı" olamamak, "rezil" olmak gibi şeyler beni korkutmasaydı denerdim sanırım vaktiyle. Ya da ufak da olsa bir rolü severek, kalbini vererek oynamanın mutlu ettiği biri olabilseydim ergenliğimde. Bu bakımdan kendime çok da yüklenmiyorum aslında, zira insanın kimilerine göre önemsiz de olsa kalbini titreten şeyleri yapmasının takdir gördüğü yerlerde büyümedim. Üzülerek fark ettiğim ve en azından yetişkinliğimde değiştirmeye çalıştığım bir gerçek bu.

Denemek için asla geç değil elbette, ama buna kendimi ikna etmekte zorlanıyorum. Bir Broadway yıldızı olmaya soyunmaya niyetim yok zaten, ama bir karaoke gecesine ya da mahalledeki bir dans kursuna gitmek bile gözümde büyüyor. Yalnızca "Nasıl gözükürüm?" düşüncesi değil, nefes almanın bile zaman zaman zor geldiği şu günlerde kendimi o coşkunluğun içinde kaybedebileceğime emin değilim. Teşebbüs ettiğim her mutlu olma girişimi bana yalnızca yük olarak dönecekmiş gibi hissediyorum.

Bu gece Lorde'un bir performansını izlerken koreografisiz, saçma ama coşkun ve gerçek dans figürleri karşısında tekrar gözlerim doldu, hatta bana cesaret verdi. O yüzden çok sevdiğim bir şarkısını evde kendi kendime söyleyip kaydettim. Sahneye çıkmamış olmanın verdiği pişmanlık, kalpten dökülen şeyleri izlemenin verdiği coşkunluk ve şarkı sözlerinin verdiği hüzünden dolayı, bunu buraya bırakmak istedim. İyi olduğunu iddia etmiyorum.

29 Eylül 2018 Cumartesi

29.09.2018

İstanbul koca bir kara delik olarak duruyor hafızamda. Son zamanlarda, özellikle iş bulmakta zorlanırken ve maddi kaynaklarım hızla tükenirken o kara deliğe doğru son hızla çekilir oldum. Dönüp sevdiklerimi görebileceğim için seviniyor olmam gerekirdi sanırım, ama içimde öyle bir duygu bulamıyorum. Düşündüğüm İstanbul'a dönebilmek için yalnızca mekanda değil, zamanda da yolculuk etmem gerekiyor zira, boylamların da ötesinde. Bir zamanlar sevdiğim şeylerin artık orada olmadığını bilmek bana acı veriyor. Belki kampüsler, ağaçlar, yollar ve kediler hala orada, ama aynı insanlar, aynı bağlar, aynı duygular yok. Herkes kendi telaşında, çoğumuz kaçışıp dağıldık, kimimiz koptuk. Hikayelerin yaşandığı mekanlara dönmenin hiçbir anlamı yok artık; hepsi perili evden farksız. Dönersem terk edilmiş bir boşluğun bekçiliğini yapıyor gibi hissedeceğim. Boşluğu görmemek daha iyi, en azından insan hatırlamıyor. Çoğu zaman.

Bu bahsettiklerim hem kişisel hem de toplumsal kayıplardan kaynaklanıyor. Yirmili yaşlara adım atmak, mutlu ve mutsuz bir sürü anı edinip olgunlaşmak herkesin hayatında var. Bizim izlediğimiz bu çizgiye coğrafyamızın da eşlik ettiğini düşünüyorum. Umudu hissettiğimiz son günlerdi sanki yetişkin hayatımıza başladığımız ilk zamanlar. Bizler hayal kırıklığına uğrarken, bir yerlerden reddedilirken, arkadaşlıklar koparken sözümüzün geçemediği o yüksek yerlerde de bir şeyler koptu. Mesela benim ilkgençliğimin Taksim'i; sadece ben oraya aynı arkadaşlarla gitmekten caymadım, mekan da bizimle beraber parçalarına ayrıldı, ufalandı, rüzgarda dağıldı. İstanbul'u ve kaderimizi kendi hayatımın bir metaforu gibi görmeye başladım, ya da tam tersi.

Tekrar aynı acıları, korkuları, hayal kırıklıklarını yaşamaktan korkuyorum sanırım. En azından buradayken yalnızlığın mesafelerden kaynaklandığını iddia edebiliyorum. Dönersem eğer, kimsesizliğin, ya da birkaç-kişiden-ibaret-oluşun tek sebebinin aradaki okyanuslar olmadığını hatırlamak zorunda kalacağım.

Bir de benim kabul ettiğim, ama hayatımdaki bazı insanlara kabul ettiremediğim yetişkinliğim var tabii. Onu yitirmekten de korkuyorum dönersem. Dönersem, aynı karanlıklara dönersem?

Dönmemeliyim. N'olur.

Fazla karanlık oldu, üzgünüm.

13 Eylül 2018 Perşembe

12.09.2018

Dün gece, hiç sevmediğim floresan ışıklarla aydınlatılan, her nasılsa yine de bana tuhaf bir mutluluk veren marketten diş fırçası kapağı almıştık. Çin'de yapılmış, ucuz bir paket içinde yan yana sıralanmış dört kapak: Mavi, yeşil, sarı, mor.

Maviyi, yeşili, hatta sarıyı değil de moru seçtin. Böyle şeyler beni sana bağlıyor.

7 Eylül 2018 Cuma

07.09.2018

Uzun süre, düşündüğümden çok uzun süre aradığım şey sanırım özgürlükmüş. Özgürlük, geceleri arabalardan ışıldayan şehirlere bakarken hissettiğim şey. 

Amerika'ya geleli bir sene oldu. Buralarda hissettiğim şey iyi olsa gerek ki, yakın zamanda dönmem gerekmesin diye dilekler diliyorum içimden sürekli. Ya da aklıma geldikçe.

Çoğu zaman aklımda olması gereken şeyler aklıma gelmiyor. Bazı düşüncelerden ve onların getirdiği hislerden korktuğum için bomboş ekolarda sağır ediyorum kendimi. Çoğu zaman ne söylendiğini bile dinlemediğim videolar açıyorum, arkaplanda o beyin uyuşturan sesi dinlerken görüntülere bile bakmıyorum. Sadece belli hamlelerin tekrarını gerektiren, düşüncelerden ziyade reflekslere dayanan iki tane aptal oyunu oynayarak el oyalıyorum. Oyalıyorum, kendimi. Neden? Sırf kendimi duymayayım diye. Neyi duymaktan korkuyorum? Emin değilim. Kendimle ilgili olduğu kesin sadece.

Zamanla silinip gideceğini düşündüğüm hallerin solgun ama kenarları keskin biçimde içime işlendiğini hissediyorum. Uzun zamandır düşündüğüm, bir süredir dillendirdiğim gibi, yetişkin olarak geçirdiğim yılların çoğunu adeta hatırlamıyorum. Aslına bakarsanız anıların başkalarının zihninde nasıl çalıştığına dair net bir fikrim yok. Belki de herkes için geçmiş kısacık bir rüzgardan ibarettir. Evet, belki durup düşünürsem yaptıklarımı, gördüklerimi, gittiklerimi sayabilirim, ama bunun okuduğum bir kitabı ana hatlarıyla anlatmaktan daha farklı olmadığını hissediyorum. Kendi geçmişimi düşünürken sıkıcı bir ofiste bir yabancının özgeçmişine bakar gibi hissediyorum: Madde madde önemli noktalar yazılı, ama onların nasıl geçtiğine, nasıl yaşandığına, nasıl hissedildiğine dair kocaman bir boşluktan ve belki çok silik bir resimden başka hiçbir şey yok. Belki de geçmişi düşünerek hatırlamak değil de hissetmek gerekiyordur. 

Geçtiğimiz bir seneye dair de ne hatırladığımdan emin değilim. Bazen, mesela şu anki gibi güçlü ve cesur hissettiğim anlarda, her şeyi daha net hatırlıyor, kendi hayatımı kurmakta kat ettiğim yoldan gurur duyuyorum. Ama çoğu zaman, korkular üstüme çöktüğünde, yaşadığım her şey çok uzak ve yabancı geliyor. Bunu sadece edebi olsun diye yazmıyorum. Anlatması zor, ama her şey bir rüyadan ibaretmiş, dünyanın herhangi bir yerinde herhangi biri olsam da fark etmezmiş, her şeyin dışındaymışım, tüm dünyaya uzaktan bakıyormuşum gibi geliyor. Dünyadaki hem en rahatlatıcı hem de en korkutucu hislerden biri bu. Bu noktada ne anlatmaya çalıştığımı okuyucumun hiç anlamamasını diliyorum. Eğer okuyucum kaldıysa tabii.

Ben her şeyin dışında gibi hissederken günler, haftalar, aylar ve yıllar geçiyor. Elimdeki şeyler, çok şükür ki bazılarının haricinde, solup gidiyor. Yalnızlaşıyorum. Şimdiden bunu söylemek komik belki ama, yaşlanıyorum. Her şeyden anlamsızca korkuyorum. Tüm bu korkuların kafamın içinde olduğunu biliyorum, ki bu beni daha da çok korkutuyor. 

7 Eylül 2018'in ilk saatleri, Chicago'da 24 saat açık bir Starbucks'ta oturuyorum, daha az yalnız hissedeyim diye. Ne mutluyum, ne mutsuzum, gidip geliyorum. Bazen her şey çok net, bazen hiçbir şey göremiyor gibiyim. Neden anlatıyorum bunu bilmiyorum. Sanırım daha az yalnız ve daha çok ben gibi hissedeyim diye.

16 Ağustos 2018 Perşembe

16.08.2018


Gece, salonun sıcak ışığında, kendi evimde (ki hep istediğim şeydi bu) şunu dinlerken birdenbire yıllardır hissetmediğim bir aydınlık ve umut hissettim içimde. Üniversitenin ilk yıllarında sabah erken uyanır, kahvaltı eder, hazırlanır, ders için evden çıkmadan önce çok sevdiğim mutfağımızın küçük masasında Tumblr'da gezinirdim. Farkında olmadığım bir şansın içindeydim ama ruhum benden önce fark etmişti herhalde; içimde hep huzur ve heyecanın mükemmel dengesini duyardım durup dinlediğim anlarda. O sabahlar öyle anlar barındırırdı işte.

Çoğu zaman her sabaha mükemmel değilse de umutlu ve heyecanlı uyanan, (kendi standartlarımda) büyük bir enerjiyle hazırlanıp düşünerek, gülümseyerek, şarkı mırıldanayarak o sihirli yolu yürüyen kızın ben olduğuma inanmak çok zor geliyor artık. Şu an o çoğu zamanın dışındayız, inanmak daha mümkün.

Bir şeyleri kaybedince kıymetini anlamak gibi bir klişeye bu kadar çok düşeceğime inanmazdım yine de. Ve dönüp de aynı şeyleri bulabilmenin mümkün olmadığını bilmek derin bir sızı veriyor insana. Belki de o yüzden dönmüyorum.