21 Şubat 2010 Pazar

Süpürge.


Yatağımın bir yanı duvara dayalı. 
Bugün odamı süpürüyordum,
Yatağın altındayken süpürgenin bir türlü duvara değmediğini fark ettim.
Merak edip sonuna kadar ittirdim, yine bir engelle karşılaşmadım.
Şimdi yatağımın altında sonsuz bir dünya olduğuna inanıyorum.

Ayrıca Hogwarts'ın da gerçek olduğuna inanıyor ve baykuşla gelecek mektubumu bekliyorum.
Bu konuda hiç şaka kaldıramıyorum.

"I'm the hero of this story
 Don't need to be saved."

Hero-Regina Spektor

19 Şubat 2010 Cuma

Lolita.

Lolita'yı izledim.
Beğendim.
Siyah beyaz film izlemeyeli çok zaman olmuş.
Ve Sue Lyon ne kadar güzel bir kız. 

Quilty: Listen, didn't you... didn't you have a daughter? Didn't you have a daughter with a lovely name? Yeah! A lovely... What was it now? A lovely, lyrical, lilting name.
Charlotte Haze: Lolita!
Quilty: Lolita, that's right, Lolita. Dimunitive of Dolores, "The Tears and the Roses"

17 Şubat 2010 Çarşamba

"This is a story of boy meets girl. But you should know up front, this is not a love story."

Biraz geç kalmıştım, nihayet seyrettim 500 Days of Summer'ı.
Her şeyiyle tam anlamıyla dünyanın en tatlı filmiydi.
Ikea'da gezmeleri,
Yıllıkta Belle and Sebastian yazması,
Sid ve Nancy göndermesi,
Ringo Starr sohbeti,
Summer'ın kıyafetleri,
HER ŞEY.

Daha da güzeli, değindiği noktaydı bence. Aşk filmiydi, ama gerçekçiydi.
Evet, bazen insanlara gereğinden fazla anlam yükleyebiliriz.
Evet, "o" zannettiğimiz insan çoğu zaman aslında "o" değildir.
Evet, bir sabah yataktan kalkıp birine ait hissedebiliriz.
Evet, kader ve tesadüf vardır.
Ama tek başına yeterli değildir.

500 Days of Summer izleyelim, izletelim.

Summer: I love the Smiths.
Tom: Sorry?
Summer: I said I love the Smiths. You... You have good taste in music.
Tom: You... like the Smiths?
Summer: To die by your side, such a heavenly way to die. I love em.
Tom: Holy shit.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Güneş.

Sırf Güneş tepede diye
Gün, aydın mı olurmuş?
Sen "Merhaba" demeden
Gün aydınlanmıyor ki.

M.


(Hayatımın nadir düzgün şiirlerinden oldu. 30 saniyede yazmıştım halbuki.)

3 Şubat 2010 Çarşamba

Bavul.

"Eve dönüş" temalı playlistim hazır, şimdi bavula başlıyorum.

Bana iyi geldi bu tatil, aklımı topladı.
Mesela anladım ki, bir sabah bambaşka bir insan olarak uyanamıyorsun
Onun yerine, sabah aynaya bakıp başka biri olduğunu görüveriyorsun.

Gitmek güzel belki,
Ama dönecek bir yere sahip olmak daha güzel.

"Now I'm home for less than 24-hours
That's hardly time to take a shower,
Hug my family, and take your picture of the wall,
Check my email, write a new song, make a few phone calls."

Tire Swing - Kimya Dawson

2 Şubat 2010 Salı

Brüksel'den bildiriyorum.

Hep demişimdir "Yolculuklarda derin anlamlar bulurum" diye. Yine öyle.
Kaç gündür Lahey'deydim arkadaşlarımla. Sonra 2 gündür Amsterdam'dan bir kez daha nasibimi aldım. Bu çarşambaya kadar da Brüksel'de olacağım.
Güzeldi, çok güzeldi hem de. Anlatmakla bitmez elbet. Öyleyse geziden spotlightlar: (Fotoğraflar bizzat benim, dokunursanız Ezel gelip yaş odunla dövüyor.)

- Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Starbucks'tan paşa çayı istediğinizde, çayınıza buz atıyorlar. Zekanın önde koşanı.
- Eğer resmi bir ortamda yaptığınız işle öne çıkmak, hatırlanmak istiyorsanız siyah giymeyin.
- Lahey'de bir restoranda fare görüp kıçınızı yırttığınızda size gülerler, sonra da "Napalım onlar 14. yüzyıldan beri burdalar" derler.
- Bu mevsimde yurtdışında olanlar indirim reyonlarına uğramalı mutlaka. 10 €'ya kırmızı topuklular almak mümkün.
- Her milletten insanın olduğu bir toplumda, sizin en iyi anlaştığınız sıcakkanlı insanlara dikkat edin. Yunan oldukları 3 dakika içinde ortaya çıkacak. Seviyorum bu yakın kültürümüzü.
- T-Boxtan her şey alınırmış da, şemsiye alınmazmış. En ufak rüzgarda ters döndü durdu.


- İspanyol restoranlarında tapas yemeli. Her çeşit yemekten kase kase getiriyorlar, herkes ortadan deniyor. Ama her çeşit bu kadar mı güzel olur? Bu kadar mı çok yenir?
- Avrupa'nın herhangi bir kentinde birinin hakkında sesli olarak dedikodu yapmayın. Türk çıkma ihtimali çok yüksek.
- 1 haftadır görmediğiniz anne babanızı Amsterdam'da bir kilisenin camının arkasından görüp koşup sarılarak kendi film sahnenizi yaratabilirsiniz.
- Bir şehri yürüyerek gezmek her şekilde gezmekten daha iyidir. Donmaya mahkum olsanız da.


- Amsterdam dünyanın en güzel evlerine sahiptir. Perdeler açık, içeriyi görmek ve özenmek mümkün. Oldukça ödenebilir fiyatlaraymış hem de. Hepsi zevkli, hepsi güzel koltuklu, kocaman kitaplıklı, modern mutfaklı, hepsi yaşanası. Bu yüzden hayatımın birkaç ayında Amsterdam'da yaşamaya karar verdim. (Mümkünse yazın) Bisikletim de olacak tabii.
- Otelde kalıyorsanız oda arkadaşı mühimdir. Hep eğlenmeniz, anlaşmanız, hatta dedikodu yapmanız şarttır. Size giderken kartpostal bırakıp duygulandırması opsiyoneldir. S.'yi sevmek şarttır.
- Sırf blogumu okuduğu, sırf beni dinleyip anladığı, Hollanda marketlerinden bana Flamanca bir alışveriş listesi bulup getirmesi, je fais du velo'yu bu dünyadaki en mükemmel kız yapıyor. (taranmış hali gelecek postlarda) Sonsuza dek saklayacağım.
- Rory'le alınan fular: 2 €. Dükkandan çıkarken gitar çalan sokak müzisyeninden "Here Comes The Sun" dinlemek: Paha biçilemez. İşte fotoğrafını çekemiyorsun bazı anların.

- Amsterdam'da Heineken Experinece denen yere gitmek şart. Öyle eğlenceli ki! Mesela bira makinesi var. Giriyorsun, seni biraya dönüştürüyorlar, köpük olsun, arpa olsun. Anlatmakla olmuyor, gidenlerin mutlaka ziyaret etmesi lazım. Kendi adına özel Heineken'in de oluyor mesela. Koca koca kazanlar görüyorsun bir de.
- Alberthein Hollanda'nın en süpersonik marketidir. Karamel stroopwaffle en leziz ürünüdür. (Erkenden gidip almalı, akşama kalmıyor)
- Mesela Jamin denen şekerci zincirine de uğramalı. Fare şekerler, vampir dişleri, jelly beanler, balık şekerler ve ucuz Fisherman's Friendler şiddetle tavsiye olunur. Meyankökü olan siyah şekerlerden ise kaçılmalı.
- Ristorante Tivoli'ye de gidin mesela. Ordaki esmer garsona selam edin. O ne eğlenceli bi insandır öyle. Pizza Margarita ve Spaghetti Napolitene denenmiş ve onaylanmıştır.
- Amsterdam'dan sonra Belçika ilk bakışta mutlaka sıkıcı görünecektir. Ankara gibi bi şehir zaten, güzel ama ciddi.

- Brüksel'de Tenten mağazasına uğramak ve Don Kişot heykeliyle resim çektirmek bu blogun her okuyucusuna iyi gelecektir.
- Atomium'u da görmek lazım. Ben mesela Bilim Çocuk kartlarında görmüştüm, yıllardır merak ederdim nerede diye, bugüne kısmetmiş.
- Brüksel'de öksürük şurubuna benzeyen frambuazlı biralara kadar 400 çeşit bira var. Ayrıca her yerde burnunuza 3754230 çeşit tatlı ve patates kızartması sokacaklar. O yüzden her türlü yeme-içmeden tez elden nefret etmeniz mümkündür. Ben uzun bi süre tatlı görmek istemiyorum mesela.
- Brüksel'de yaşayan 30 yaşındaki 2 numara saçlı şişman erkekler Dalin şampuan kullanıyormuş.
- "Notes for my Daily Life" defterimin pembesini ve Fransızcasını gördüm. Paranın ve Belçikalıların gözü çıksın ki, cimriliğimden alamadım.
- Ben midyeden hoşlanmıyorum, ama sevenler için Leon denen midyecide tencereyle yemek mümkün.

Şimdilik bu kadar! Aslında daha derinleri de var, ama bu bir gezi yazısı olarak kalsın şimdilik. Her "yolculuğun" gerçek anlamı kadar manevi anlamı da olması mevzusuna sonra değinirim belki.

O zaman hafta boyunca aklımda dönüp duran beşinci ve keşfedilesi şarkı hepimize gelsin:

"I think that possibly
 Maybe I'm falling for you.
 Yes there's a chance that
 I've fallen quite hard over you."

Falling in Love at a Coffee Shop - Landon Pigg