12 Kasım 2021 Cuma

"Tuesday night: November 5

Brief note: to self. Time to take myself in hand. I have been staggering about lugubrious, black, bleak, sick. Now to build into myself, to give myself backbone, however much I fail."

-The Unabridged Journals of Sylvia Plath, APPENDIX 13, Journal Fragment 5 November 1957


3 Kasım 2021 Çarşamba

02.11.2021

"Her filmin başında ağlıyorum."

1956 senesinde Harper Lee, arkadaşlarından gelmiş geçmiş en iyi hediyelerden birini almış: Michael ve Joy Brown çiftinden zarf içinde bir çek ve bir not. "Bir sene boyunca çalışmana gerek yok. Bu sürede, her ne istiyorsan onu yaz. Mutlu Noeller." Bu cömert hediye, Harper Lee'nin yazmak için New York'a taşınması, fakat hayatta kalmak için sürekli çalışmaktan yazmaya zaman bulamaması ve bu sıkıntısını dostlarıyla paylaşması üzerine ortaya çıkmış. Ne büyük şans.

Bu inanması güç derecede şans içeren hikâye benim aklımda biraz daha farklı yer etmiş. Hediyeyi verenlerin varlıklı bir çift olduğunu bilmiyordum, Daha ziyade dostlarına destek olmak için bir araya gelmiş, dişinden tırnağından arttırarak hevesli bir yazara güç vermek için bir fon oluşturmuş kalabalık bir grup arkadaş olduğunu sanıyordum. Bana kalırsa, benim zihnimde oluşturduğum versiyon daha güzel, daha romantik. Şişkin cüzdanından bir çek çıkarıp yazan bir adam imgesindense, bir romanı doğurmak için bir araya gelmiş bir grup arkadaş imgesi çok daha yeğ. En azından benim gözümde.

Harper Lee'ye verilen hediyenin nasıl finanse edildiğini öğrendikten sonra, bu yargım daha da güçlendi. Hediyeye imzasını atan Michael Brown, bir "endüstriyel müzikal yazarı" imiş. Bildiğim kadarıyla şimdilerde pek de var olmayan bu mesleğin, endüstriyel müzik türündeki eserleri eleştirmek ile bir ilgisi yok. 1950'lerde elemanlarını daha verimli çalıştırmak isteyen ve şirkete duydukları aidiyeti güçlendirmek isteyen büyük Amerikan firmaları, şirket müzikalleri organize etmeye başlamış. Şirket çalışanlarının oynadığı bu müzikaller bazen bir müsamere misali tek gece sahnelenir, bazense şirketin farklı merkezlerini ve senelik toplantılarını bir turne misali gezermiş. Şimdilerde pek uygulanmayan bu tuhaf kapitalist sanatla ilgili bir belgesel bile yapılmış 2018 yılında.*

Bir yazarın, yakın tarihe damga vuran romanlardan birini yazabilmesi için sergilenmesi gereken ne gülünç bir piyes, her anlamda. Yetişkin olmak, çoğu zaman hayallerin yetmediğini ve yetenek dediğimiz ufak şeyin ne kadar önemsiz olduğunu hatırlatıyor insana. Güzellik dediğimiz her şeyin arkasından çıkan ayrıcalıklar, incelikli olduğunu tasavvur ettiğimiz herkesin hikâyesinde beliren hatalar, kabalıklar ve hatta kötülükler ne kadar yorucu. Tüm bunlar kalp kırıyor, umutları büküveriyor insanın içinde.

1 Kasım 2021 Pazartesi

31.10.2021

İki sabah önce arabayı çarptım. Yeni yeni ve her zamanki gibi herkesten geç öğrenmeye başladığım bu beceriyi, bir Cuma sabahı çitlere saplanarak parçaladım, ya da en azından bereledim. Geç kalmak benim ömrümün rengi olmuş sanki. Bir yerlerde tanımadığım bir büyücü, bana bir muska yazmış da saatime iliştirmiş gibi. Sanki günlük hayatın mantıklı akışına dur diyip atalarıma kulak versem, bir mola verip herkesten gizli saklı kurşun döktürsem, o buruşuk alüminyum görünümlü element akrep ve yelkovan şeklini alacak, kulaklarımı sağır edercesine "Tik-tak! Tik-tak!" diye bağıracak. Kazanamayacağım bir maratonu koşuyor, asla bitmeyen bir düelloda savaşıyormuş gibiyim. Anlara yetişemiyorum. Tecrübelere, son başvuru tarihlerine, görüşmelere, saatlere, günlere yetişemiyorum. Bir metro istasyonunda önümden duraksamadan geçen vagonların rüzgârında uçuşuyorum, üstelik istasyonun kirli havasını bir bahar rüzgarı sanıyorum. Geçen yıllara inanamıyorum, her şeyin ve herkesin ne kadar geride ve uzakta kaldığına inanamıyorum, sanki zaman ve mekan varoluşumuzun en temel iki taşı değilmişçesine, zamana inanamıyorum. 

İki vakte kadar, bakışımı bir anlığına gittiğim yönden ayırmış bulundum. Önümden kayıp giden ufacık parçaları tutmaya çalışırken kendimi saçma bir enkazın içinde bulundum. Üstelik enkaz bile değil, biraz destekle tekrar yürüyebilecek, biraz onarımla ayağa kalkabilecek bir yığın yalnızca. Belki de böylesi daha zor. Ardında enkazlar bırakıp koşarak uzaklaşmak çok daha kolay geliyor. Başkalarının kaldırıp atacağı, bir faraşla süpürüp unutacağı yığınlarla uğraşmak çok daha evla belki de. Yarım enkazın başında durmak, yaralarını sarmak, yamalar yapmak, ordan burdan bulunmuş parçalarla onarmak ne kadar kuvvet istiyor. Aksayarak da olsa devam etme lüzumluluğu insana nasıl da şiddet uyguluyor. Her gün bir parça daha koymak, her akşam tabağından bir lokmayı içindeki devam etme arzusuna ayırmak, hız problemlerindeki gibi A noktasından B noktasına altı saatte ve tek seferde gidilmeyeceğini anlamak ne kadar zor, ne kadar acı. Yaşamanın çoğu zaman ya koşmak ya da bulunduğun yerde paramparça olmak değil de, koltuk değnekleri ile ağır aksak ayakta durmak olduğunu anlamak ne kadar da uzun sürüyor. Zaman, burada da insanı tokatlıyor, yoruyor.

Zamana alışmaya çalışıyorum. Eski enkazlara alışmaya çalışıyorum. Hayata alıştıkça, yaşamanın çoğu zaman vasata talim olduğuna alışmaya çalışıyorum. 

I know I'm not the only one / Who regrets the things they've done / Sometimes I feel it's only me / Who never became who they thought they'd be
I wish I could live a little more / Look up to the sky, not just the floor / I feel like my life is flashing by / And all I can do is watch and cry
I miss the air, I miss my friends / I miss my mother, I miss it when / Life was a party to be thrown / But that was a million years ago.