31 Aralık 2009 Perşembe

Son saniyede bir yılbaşı muhasebesi.

2009 değişik bir yıldı benim için.
Hayatımda ilk kez büyük değişimler yaşadığım, bir, hatta belki birkaç eşikten atladığımı hissettiğim bir yıl.

İlk yarısı pek iyi değildi, hatta ömrümün en mutsuz zamanları bile denebilir. Kendimden bir türlü memnun kalamadığım, bazen gerekli bazen gereksiz takıntılarla kendimi üzdüğüm, ilk kez ölümlerle tanıştığım, ilk kez pes ettiğim, ayağa kalkıp koşmaya devam etmektense sürünmekte ısrarcı kaldığım bir dönemdi.

Yazın gelişi ise yeni bir dönem başlattı benim için. 2009 Haziran benim için yeni bir evde, yepyeni planlarla, yeni uğraşlarla, yeni sorumluluklarla, yeni umutlarla başladı. Akademik açıdan da kendimden memnun kaldım, en azından kendimden memnun kalmayı öğrendim.

Şimdi dönüp baktığımda, özellikle son yarısından çok memnunum 2009'un. Yine de, elimden gelse bile ilk yarısını değiştirmezdim bu yılın. Hatalarla da doğrularla da kabullenmek gerek geçmişimizi. Uzun lafın kısası, geçen yıl 31 Aralık'taki ben ve bugünkü ben arasında dağlar kadar fark var. Anlıyorum ki, kaç yıl geçtiğiyle hiç ilgisi yok. Olayların sonucunda büyümüşüm ben bu yıl.

2010'a girildiğinde, yani birkaç saat sonra hiçbir şey değişmeyecek. Sihirli bir değnek gelip sevmediğimiz yanlarımızı yok etmeyecek, tüm dileklerimiz gerçekleşmeyecek. Eğer iyi bir yıl olursa bu sene, biz yine bazen mutlu, bazen mutsuz olacağız. Çok güleceğiz, kimi zaman hüngür hüngür ağlayacağız. Yepyeni insanlar katacağız hayatımıza, çok güvendiklerimizin bir kısmını silmek zorunda kalacağız belki. Aşık olacağız, olduğumuzu sanacağız, ya da yine aşksızlıktan yakınacağız.

Bu yıl iyi geçerse eğer, bol bol sohbet edeceğiz, dertlerimizi paylaşacağız. Yiyip içeceğiz, kilo alacağız, kilo vereceğiz. Yine spora başlayıp, yine bırakacağız. "Tüm okunacak kitaplar listemi tamamlayacağız" desek de o liste hep uzayacak, hiç bitiremeyeceğiz. İstemeden de olsa kalp kıracağız yine. Yine unutacağız bazı şeyleri.

Kısacası, bu sene iyi giderse insanca yaşayacağız yine, insanca hatalarla, insanca mutluluklarla. Yeter ki, Tanrı bize bu önemsiz mutsuzlukları unutturacak acılar, üzüntüler, sorunlar vermesin.

2010'da da keyifli anları paylaşmak dileğiyle. Hepinize mutlu yıllar.

"Biz hiç yorulmadık
 Biz hiç yenilmedik
 Desem yalan,
 Oyuna devam

 Biz hiç kaybolmadık,
 Biz hiç kaybetmedik
 Desem yalan
 Oyuna devam"

 Bülent Ortaçgil - Oyuna Devam

27 Aralık 2009 Pazar

Seventeen and Crazy*


Bugün ilk kez "kaç yaşındasın?" sorusuna on yedi cevabını verdim. Ha bunun bir önemi var mı, hayır. Hayatım dört gün önce nasılsa, aynı öyle. Yine de daha bir büyümüşlük hissi veriyor "on yedi" deyince, herkes büyüdüm sanıyor. Zaten hep yaşımdan büyükmüşüm gibi davranılmıştı bana. Bense hala 12-13 olduğumu sanıyorum.

Ben hiçbirini sezemesem de, bir sürü çağrışım getiriyor bu yaş. Öyle bir yaş ki bu, hem büyümek üzere, hem de hala gencecik hissi veriyor. Babamın dediği gibi "Hem yetişkin gibisin, hem de resmi olarak hiçbir sorumluluğun yok." Teoman'ın dediği gibi daha on yedi. Daha yaşanacak çok şey var yani.

Silkinip kalkmak gerek. Yaşın verdiği sorumlulukları sırtlanmalı, güzellikleri yaşamalı bir an önce. Yapılacak seçimler bekliyor beni. Örneği yarın ilk kez dersane denemem var, bense bu ülkede okumak istiyor muyum onu bile bilmiyorum. Öte yandan çok mutlu geçirdiğim bir doğum günüm, sevdiğim insanlarla paylaşacağım bir sürü güzel gün var. Hepsini dengeleyerek yaşamak lazım.

“Do you mind if I walk back with you? I’m Clarisse McClellan.”
“Clarisse. Guy Montag. Come along. What are you doing out so late wandering around? How old are you?"
They walked in the warm-cool blowing night on the silvered pavement and there was the faintest breath of fresh apricots and strawberries in the air, and he looked around and realized this was quite impossible, so late in the year.
There was only the girl walking with him now, her face bright as snow in the moonlight, and he knew she was working his questions around, seeking the best answers she could possibly give.
“Well” she said, “I’m seventeen and I’m crazy. My uncle says the two always go together. When people ask your age, he said, always say seventeen and insane.”
-Fahrenheit 451, Ray Bradbury

6 Aralık 2009 Pazar

Küçük şeyler, hepsi de küçücük şeyler, bizi yönlendiren, sevindiren, düşündüren.

Hayatta en çok küçük şeylerle mutlu oldum.
Küçük oyuncaklar, küçük kekler, küçük sevinçler.
Büyük şeyler gözümü korkuttu hep. Kocaman evlerde boş kalmaktan korktum, küçük evlerin küçük köşelerini sevdim daima. Büyük restoranlarda yenen pahalı yemeklerdense, küçük cafelerin masumiyetini sevdim.
Ve son birkaç yılda, koca koca kitaplarla boğuşmaktan da kurtuldum. Cep boy kitaplar girdi hayatıma. Başka şartlarda hiç elime almayacağım yazarları cep boy kitaplarda sevdim. Ne zaman kitapçıya aklımda net bir kitapla girsem "Şunu istiyorum. Cep boy olursa şahane olur" der oldum. Hatta geçen yaz, Everest Yayınları'ndan çıkan neredeyse her cep kitabını okudum.

Geçenlerde kütüphanenin satılık kitaplar reyonuna uğradım yine. Bir sürü okunmuş, eskimiş, yıpranmış; tarihi olmasa da kendi tarihini yaşamış kitaplar. Bir liraya satılmak için oraya atılmış, hayattaki küçük detaylar. Ve onların yanında, ciltli türdeşlerinin arasında sıkışmış miniminnacık bir kitap.

Heyecanla çekip aldım hemen. Avuç içi kadar var yok. Üzerinde siyah beyaz bir kadın çizimi, sade harflerle yazmışlar "Truman Capote: First and Last" Capote'nin ilk öykülerinden biri ve tamamlanmamış son romanının bir bölümünden ibaretmiş. Topu topu 90 sayfa. Unutulmuş, atılmış. Kimsesiz.

Hemen ödedim parasını. Nedir ki zaten, bir lira. Yere düşse almaya tenezzül etmeyecek nice insan tanıyorum. Bu kitabı alınca yaşadığım mutluluğa kınayan gözlerle bakacak bir sürü insan da tanıyorum.

İki haftadır elimde evirip çeviriyor, okumaya kıyamıyordum. İki gece önce okudum nihayet. Ve bugüne dek Capote okumadığım için pişmanlık duydum. Zaten Breakfast At Tiffany's izleyip de beğendiğimde başlamalıydım bu adamı takip etmeye. Kütüphaneden yeni kitaplarını alacağım şimdi.

Özellikle ilk öykü, Master Misery çok güzel. Biraz korkutucu, biraz hüzünlü ve bir hayli New York kokulu. Rüyaları satın alan bir adamı anlatıyor.

Eğer bir gün bir yerde, bu ya da benzeri bir kitabı unutulmuş halde görürseniz, hiç tereddüt etmeyin, hemen alın. Kitaplığınıza ekleyin. Hayattan yorulmuşsanız, ya da sevgi dolduysanız, sizi orada beklediğini bilin. Elinize alın, içinde kaybolun.

Ve hayatta her türlü mutluluğun da, acının da, sizin de o kitap kadar küçük, ama tahmin edemeyeceğiniz kadar etkili olduğunu hatırlayın.

Hep küçük şeyler bizi usandıran
Küçük şeyler bizi utandıran
Hep küçük şeyler, küçük şeyler bizi yarıştıran
Küçük şeyler bizi uzlaştıran
Küçük şeyler, hepsi de küçücük şeyler
Bizi yönlendiren, sevindiren, düşündüren

Bülent Ortaçgil - Küçük Şeyler

23 Kasım 2009 Pazartesi

Kendine dönüş


Son zamanlarda özlemini duyduğum bir şey yaptım bugün. Pencere önüne yasladığımız, kitaplığın yanıbaşındaki tek kişilik; sözsüz bir antlaşma ile bana ait olduğu belirlenmiş koltuğa kıvrıldım. Başka bir şey düşünmeden, eskiden yaptığım gibi kendimi karakterlerin yanında sanarak iki kitap bitirdim.

Ben sordukça hayat cevap veriyor sanırım. Dün yakındığım dertlerden, kararsızlıklardan, beni yine kendimi unutup başkalarının hikayelerinde kaybolmak kurtaracak.

Hayatın temel esasları.

Son zamanlarda çok sorgular oldum. Her önüme çıkanı, her yaşananı, her yaptığımı. Yaştan herhalde.

Yaş mesela. Doğumgünüme(ki bunun birleşik mi ayrı mı yazıldığından bir türlü emin olamıyorum) bir ay kaldı. Şu sağa sola koşup duran zavallı ben, çok yakında 17sine gireceğini duyunca inanamadı. Küçükken, en azından şimdiki halimden daha küçükken, on yedi hep çok sihirli bir yaş gibi gelirdi bana. Lepiska saçlı, zayıf, narin ablalar, serviste arka koltukta kız arkadaşına yer ayıran abiler, kitaplarını göğsüne bastırarak yürüyerek kızlar, tek başına konserlere giden erkekler hep on yedi yaşında olurlardı. Sanki o yaşta her şey değişirmiş gibi. Zerafet gelir yerleşir, aşk yerini bulur, kendine güven oluşurmuş gibi.

Zaten öyle değil midir? Romeo kaç yaşındaydı mesela? Lucy? Bella? En ünlü romanların baş kahramanları, en iyi filmlerin merkezindeki karakterler, en dokunaklı şarkıların atfedildiği kişiler hep genç değil midir? Bu soruyu tersten sormak gerek belki de:

Biz, yani ben ve tanıdık tanımadık yaşıtlarım, bu sözde sihirli yaşta değil miyiz? Şimdi bizim uğruna zehir içilecek, hançerlenecek aşklar yaşamamız, hayatımızın en maceralı yolculuğuna çıkmamız, en büyük dertleri en büyük sevinçlerle bir yaşamamız gerekmez mi? Yazılıp çizilenlere bakılırsa evet. Peki ben ne yaşıyorum? Biz ne yaşıyoruz?

Bana ve çevremdeki büyük çoğunluğa bakılırsa, bu sihirli yaşın en ufak bir ipucu yok. Biz sabahın 6sında kalkıyor, hergün sayısız derse giriyor, hayatta belki de bir daha asla kullanılmayacak şeylerle saatlerce boğuşuyor, bir ton ödev yapıyor, okul haricinde "sosyallik" kisvesi altında haddi hesabı olmayan işle uğraşıyor, tüm bunların arasında mutlu olmaya çabalıyor, ruhumuzu serviste dinlenen yarım saatlik müzikle beslemye çalışıyoruz. Yorgun muyum? Evet, ama devam edecek gücüm yok değil. Mutsuz muyum? Hayır, hoşnutum halimden. İsyan mı? Hiç değil.

Sadece şunu soruyorum: Ben bir yol seçtim, bilinçli ya da bilinçsizce. Peki bu doğru tercih mi? Gerçekten sırf saçma bir projeyi tamamlamak için gece 3te mi uyumalıyım? Biliyorum, evet gelecek için. Öte yandan şunu da biliyorum, bu öyle geçici bir süreç değil. Önce üniversitesi, sonra yüksek lisansı, ya da ismi her ne ise, sonra işe girme derdi. Hayata atıldıktan sonra kimbilir nasıl olacak, bir yandan çalışıp para kazanma isteği, başarılı olma arzusu, öte yandan evde (umarım ki) beni bekleyen bir eş ve çocuk(lar). Hem yürütülmesi gereken bir hayat, hem son hızla çalışılması gereken bir iş.

Peki ben buna uygun muyum? Ben, sırf güzel bir film izledi diye üç gün aklı havada gezen, öte yandan da işlerini bitirmeye çalışan ben bunu yapabilir miyim? Gerçekten kendini sorumluluklarına adamış bir kız mıyım, anlamsız istekleri olan bir hayalperest miyim, yoksa hiçbiri mi? Gerçekten bilmiyorum.

Galiba benim içimde iki kız var. Bir tanesi daima ütülü gömlekler giymek, hiç bozulmayan saçlarını savurarak işten işe koşmak, mükemmel gülümsemesiyle etraftakileri selamlamak, güzel tebrik sözleri duymak istiyor. Diğer kız ise bütün gün film seyretmek, yazmak, yazmak, yazmak, hayatını küçük mutluluklar üzerine kurmak, hiç bilmediği halde fotoğraf çekmek, fonda güzel müziklerle yaşamak istiyor.

İkisinin buluştuğu bu vücutta bazen biri, bazen diğer galip geliyor. Bu yüzden ben çalışırken hep boş oturmanın hasretiyle tutuşuyor, dinlenirken hep suçluluk duyuyorum. İşte tam da bu yüzden vaktimin bir kısmını battaniyemin altında yiyerek ve kendime üzülerek geçiriyorum. Kızlardan birini öldürmem, diğerine yoğunlaşmam, ya da ikisinden yeni bir kız yaratmam gerek; tabii bu mümkünse. Yoksa hep çift kişilikli bir kadın olarak kalacağım, hiçbir zaman tam olmayacağım.

Bir çıkış yolu bilen varsa gerçekten açığım önerilere. Ayrıca kendi cesaretime şaşırıyorum artık. Ne zamandan beri düşüncelerimi en sansürsüz haliyle yayınlar oldum?

Yaştan herhalde.

30 Ekim 2009 Cuma

Hoplayan Beyin

-Geçen yıl edebiyat dersinde yazdığım bir yazı bu. Çok hızlı düşünen bir insanım, sürekli düşünceden düşünceye atlarım. Bunu İngilizcedeki adı bouncing brain imiş. Ben de bunu hoplayan beyin olarak çevirip bir nevi o dönemki zihin haritamı çıkarmıştım. Benim için herkesin içinde okuması zordu, çünkü çıplak kalmak gibi bir şeydi tüm düşüncelerimi ortaya akıtmak. Ne var ki değdi, bolca alkış alarak, şaşırtıcı biçimde insanların gözlerini doldurarak ve beni gururlandırarak. "Mutlaka bir yerde yayınlat" demişti bir arkadaşım. Artık bir blogum olduğuna göre, paylaşma vakti geldi de geçiyor.-

Tuhaf şey şu hayat. Anlayanı yok bana sorarsan. Sözlükte “bir canlının yaşam süresi” gibi yetersiz bir tanım yazıyordur muhtemelen. Zaten sözlüklerin bir kelimeyi tam anlamıyla anlattıkları nerede görülmüş? Her kelimenin bir ruhu vardır bence. Bu canlılık söylenişindeki ahenkten, yaptığı çağrışımlardan gelir, hatta özneldir kimi zaman. Koskoca bir dili, hatta bazen iki taneyi içine sağdırmaya çalışan sözlüklerse fazla nesnel, fazla sıkıcıdır bu derin anlamı aktarabilmek için.


Sakın dili kötüleyenlerden sanma beni, aksine tüm dilleri severim ben, etimoloji takıntılıyımdır, kelimeler arasında bağlantı arar dururum. Bak hemen göstereyim bir tane, daha bugün konuştuk babamla. Kelimemiz “müstafi”. Osmanlıca, ama korkunç gelmesin sakın. İnan bana Türkçeden daha basit mantığı. Sessiz harfler kelimenin kökünü oluşturuyor, yani bu durumda s, t, f. Bu harfleri içeren kelime de aynı kökten geliyor, benzer anlam taşıyor. Mesela istifa. Müstafi, istifa eden demek oluyor. Kolaymış, değil mi? Hatta bana göre eğlenceli. Zaten ben tuhaf hobileri, garip bir eğlence anlayışı olan bir insanım.

Diller arasında bağlantı kurmaya da bayılırım ben, şu anki ilgi alanım Germen dilleri. Ikea’ya ne zaman gitsem ürünlerin üzerine heyecanla atlıyorum, etiketlerdeki İsveççe yazıları söküyorum birer birer, sanki kriptologmuşum gibi. Bu konuya gelmişken değinmeliyim, dekorasyonu da severim ben, ama Ikea’daki asıl eğlencem bu. Belki sen de yapıyorsundur aynısını, ama bana saçma geliyor herkesin evinde olanı almak. Eğer evin özgün olmayacaksa ne anlamı var senin olmasının? Yaşanmışlığın izidir evi yuva yapan. Şu çalışma masasını aydınlatan lamba da Ikea mesela, ama ben onu sahte Edward’la süslüyorum, çok da güzel oluyor.

Sen sahte Edward’ı da tanımıyorsundur kesin, hatta sahte Edward sana aynı zamanda saçma Edward gibi de gelebilir, ama olsun ben anlatacağım. Küçük bir plastik kabın içinde gelmişti bana, minicik bir kurbağaydı o zaman, üzerinde de “kurbağa prens” yazıyordu. Masala bakılırsa öpmek gerekir kurbağayı, ama modern yaşam bu masala da karıştırmış suniliğini. Artık bu kurbağayı da öpmeye gerek yoktu, suya koymak yetiyordu. Ben de öyle yaptım, suya koydum, bekledim, sonra içinden küçücük bir prens çıktı, adı da Edward oldu. Yok yok, pudra kutusuna düşmüş vampir ergen çocuklardan hoşlandığım için değil, ama boyası suda silinmiş bembeyaz oyuncak bir prense de ancak bu isim yakışırdı. Hem Twilight hayranı olalım olmayalım sinemaları doldurduğumuz o hafta Edward’ın hepimizin kalbini az da olsa çaldığı su götürmez bir gerçek. Vampir olmasa da herkesin bir gün kendi Edward’ını bulması gerektiğini hatırlatmak isteyen erkek bir arkadaşım da çareyi Facebook’a Robert Pattinson’ın çirkin resimlerini yüklemekte buldu. İstediği mesajı verebildi mi bilinmez, ama bizim o akşam çok eğlendiğimiz kesin.

Tabi ya, bir de Facebook var, modern zaman oyuncağı. Çok dil uzatmayacağım, zira ben de kölesiyim. Öte yandan söylemeden de geçemeyeceğim, kendimize inşa ettiğimiz bir vitrin değil mi bu site? İlkokul arkadaşımızı bulmak bir yana, son yurtdışı gezimizin fotoğraflarını Facebook’a koymanın biraz da gösteriş arzusu olduğunu hangimiz inkar edebilir? Öyle olmasa bilgisayarımızın bir köşesinde saklardık tüm fotoğraflarımızı.

Fotoğraf. Çok severim bu kelimeyi. Gerçi fotoğraflar beni seviyor mu pek emin değilim, çoğunda memnun kalmıyorum sonuçtan. Bunun iki açıklaması var: Ya ben kendimi olduğumdan güzel sanıyorum, ya da fotoğraflar çirkin gösteriyor insanı. Ben ikinci açıklamaya inanmaktan yanayım, haksız da değilim hani. Suratında flaş patlayan benim gibi beyaz tenli bir insan nasıl güzel çıksın? Çıkamaz tabii. Ben çareyi Polaroid makinede buldum. Anladım ki “net olsun” derdine düşmeyince her fotoğraf daha nostaljik, daha güzel, daha sanatsal oluyormuş.

Bu arada evet, kıskan diye söylüyorum, makineyi çekilişten kazandım. Diğerlerine kalsa ben çok şanslıymışım, ama o kadar abartılacak bir durum yok ortada. Onlarca çekilişe katıldığım şu ahir ömrümde iki tanesini kazanmışım, çok mu? Amorti bile çıkmayan Milli Piyango biletlerine saysınlar. Neyse zaten hiç Milli Piyango çıksın istemedim. Hesabında 10 milyon TL fazla olsun, ne değişir? Güzel bir ev, son model bir araba, şık kıyafetler, e sonra? 129T’ye binip eve dönebilmek için cebinde tuttuğun o son 1 TL’den daha mı değerli? Yok değil, asla olamaz. Az olan, nadir bulunan, üzerinde emek harcanandır değerli olan. Aşk da cepteki son paraya benzer biraz. O tek 1 TL bankamatikteki 10,000 TL’ye değişilmez, insanın gözünün başkasının görmemesi gibi. Öte yandan sıkıntısı da benzer, cepteki son para gibi süründürür aşk. Hemen harcayamazsın, elin varmaz. Bir de cebindeki paranın yetersizliğinden yakınanlar vardır, ama beş parasızlar ne yapsın? İlk kazanılan para gibi ilk aşk vardır bir de, kimileri harcamaya bile kıyamaz, çerçeveletip duvarına asar. İlk olmasının değeri kadar acısı da vardır elbet.

Zaten her şeyin ilki tuhaftır biraz, sancılıdır hem de keyifli. Bisiklete ilk biniş, hemen ardından ilk düşüş, hangimiz unuttuk ki? İlk ruju satın almanın keyfi, sonra sürerkenki o garip büyüme hissi ne rahatsız edicidir. İlk tıraş da böyledir sanıyorum. Aslında büyümenin doğasıdır bu, eskiyi bitirip yeniye geçmek. Tatlı bir burukluktur hep, değişmeyen bir ikilemdir. Belli etmesek de sancılıdır, zorlayıcıdır; deri değiştirmek gibi, ama bu sefer içten dışa. Çoğumuz kıymetini bilemesek de paha biçilmezdir aslında, hayatın her süreci gibi. Zamanın kendisidir kıymetli olan. Saat ya da takvim değil bahsettiğim, insanın hem yaratıp hem kölesi olduğu o suni birimden söz etmiyorum. Benim bahsettiğim, göremediğimiz, duyamadığımız, kontrol edemediğimiz ama varlığını bildiğimiz zaman, aynı Tanrı gibi. Zaten zaman Tanrı gibidir neredeyse, ama yaratıcı değil yıkıcıdır. Bizi bizden alır her an, kırışıklıklar bırakır onun yerine. Hayat parmaklarımızın arasından hızla kayıp giderken bir tek anılar kalır geriye, onlar da yaşamın öznel birer aynası.

Nereden başlarsak başlayalım hayattır bağlandığımız nokta. Dostlarımız, ortak noktalarımız, amaçlarımız, hayallerimiz, anılarımız, fikirlerimiz, önyargılarımız, düşmanlarımız; hepsi hayatın birer parçasıdır. Koskoca bir öykü derlemesinden farksızdır hayat, hepimizin hikâyeleri vardır bu derlemede, öyle ya da böyle bir gün çakışırlar. Hayatın tuhaf olduğunu söylemiş miydim?

M.
26.04.09

26 Ekim 2009 Pazartesi

The happy girl I am...


Mutluluk saçan minicik ayrıntıların fotoğrafları. Biraz Alice Harikalar Diyarında, biraz marshmellow, biraz pembe yastık karışımı adeta.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Küçük hayat dersleri


- Çok işiniz olan bir haftasonunda pijamayla oturma gafletinde bulunmayın, her işiniz kaynar.
- Anneyle aynı koltukta uyuyakalmayın, her tarafınız ağrır.
- Filmlere ve kitaplara, aslında hiçbir şeye ağlamaktan korkmayın. Cinsiyetiniz ne olursa olsun.
- Rüya tabirlerine inanmayın.
- Kararsız kalmayın, en kötü karar kararsızlıktan iyidir.
- Hiçbir şeye kesin gözüyle bakmayın, hayatta her an her şey olabilir.
- Dindar olup olmamak mühim değil, neye mensup olduğunuz hiç fark etmez. Kendi inancınız doğrultusunda dua etmeyi unutmayın.
- Her dediğinize "haaaaooooyııır" diye cevap verenlerle vaktinizi harcamayın.
- Yaptığınız tek genelleme, "Bütün genellemeler kötüdür" olsun.
- Yapamayacağınız işlere girişmeyin.
- Haftasonu eklerini mutlaka okuyun.
- Çok sıkıldığınızda, çok üzüldüğünüzde, çok yoğunken, yorgunken, bir şeyler başarmışken birkaç saniyeliğine ara verin. Başınızı kaldırıp gökyüzüne bakın ve hem dertlerinizin hem sevinçlerinizin hem de sizin bu evrende ne kadar minik bi yer kapladığını hatırlayın.
- İnsanlara değer verin.
- Kimsenin sırtına basarak ilerlemeye çalışmayın.
- Küçük bloglardaki hiçbir şeyi ciddiye almayın. Bu yazı dahil.