30 Ekim 2009 Cuma

Hoplayan Beyin

-Geçen yıl edebiyat dersinde yazdığım bir yazı bu. Çok hızlı düşünen bir insanım, sürekli düşünceden düşünceye atlarım. Bunu İngilizcedeki adı bouncing brain imiş. Ben de bunu hoplayan beyin olarak çevirip bir nevi o dönemki zihin haritamı çıkarmıştım. Benim için herkesin içinde okuması zordu, çünkü çıplak kalmak gibi bir şeydi tüm düşüncelerimi ortaya akıtmak. Ne var ki değdi, bolca alkış alarak, şaşırtıcı biçimde insanların gözlerini doldurarak ve beni gururlandırarak. "Mutlaka bir yerde yayınlat" demişti bir arkadaşım. Artık bir blogum olduğuna göre, paylaşma vakti geldi de geçiyor.-

Tuhaf şey şu hayat. Anlayanı yok bana sorarsan. Sözlükte “bir canlının yaşam süresi” gibi yetersiz bir tanım yazıyordur muhtemelen. Zaten sözlüklerin bir kelimeyi tam anlamıyla anlattıkları nerede görülmüş? Her kelimenin bir ruhu vardır bence. Bu canlılık söylenişindeki ahenkten, yaptığı çağrışımlardan gelir, hatta özneldir kimi zaman. Koskoca bir dili, hatta bazen iki taneyi içine sağdırmaya çalışan sözlüklerse fazla nesnel, fazla sıkıcıdır bu derin anlamı aktarabilmek için.


Sakın dili kötüleyenlerden sanma beni, aksine tüm dilleri severim ben, etimoloji takıntılıyımdır, kelimeler arasında bağlantı arar dururum. Bak hemen göstereyim bir tane, daha bugün konuştuk babamla. Kelimemiz “müstafi”. Osmanlıca, ama korkunç gelmesin sakın. İnan bana Türkçeden daha basit mantığı. Sessiz harfler kelimenin kökünü oluşturuyor, yani bu durumda s, t, f. Bu harfleri içeren kelime de aynı kökten geliyor, benzer anlam taşıyor. Mesela istifa. Müstafi, istifa eden demek oluyor. Kolaymış, değil mi? Hatta bana göre eğlenceli. Zaten ben tuhaf hobileri, garip bir eğlence anlayışı olan bir insanım.

Diller arasında bağlantı kurmaya da bayılırım ben, şu anki ilgi alanım Germen dilleri. Ikea’ya ne zaman gitsem ürünlerin üzerine heyecanla atlıyorum, etiketlerdeki İsveççe yazıları söküyorum birer birer, sanki kriptologmuşum gibi. Bu konuya gelmişken değinmeliyim, dekorasyonu da severim ben, ama Ikea’daki asıl eğlencem bu. Belki sen de yapıyorsundur aynısını, ama bana saçma geliyor herkesin evinde olanı almak. Eğer evin özgün olmayacaksa ne anlamı var senin olmasının? Yaşanmışlığın izidir evi yuva yapan. Şu çalışma masasını aydınlatan lamba da Ikea mesela, ama ben onu sahte Edward’la süslüyorum, çok da güzel oluyor.

Sen sahte Edward’ı da tanımıyorsundur kesin, hatta sahte Edward sana aynı zamanda saçma Edward gibi de gelebilir, ama olsun ben anlatacağım. Küçük bir plastik kabın içinde gelmişti bana, minicik bir kurbağaydı o zaman, üzerinde de “kurbağa prens” yazıyordu. Masala bakılırsa öpmek gerekir kurbağayı, ama modern yaşam bu masala da karıştırmış suniliğini. Artık bu kurbağayı da öpmeye gerek yoktu, suya koymak yetiyordu. Ben de öyle yaptım, suya koydum, bekledim, sonra içinden küçücük bir prens çıktı, adı da Edward oldu. Yok yok, pudra kutusuna düşmüş vampir ergen çocuklardan hoşlandığım için değil, ama boyası suda silinmiş bembeyaz oyuncak bir prense de ancak bu isim yakışırdı. Hem Twilight hayranı olalım olmayalım sinemaları doldurduğumuz o hafta Edward’ın hepimizin kalbini az da olsa çaldığı su götürmez bir gerçek. Vampir olmasa da herkesin bir gün kendi Edward’ını bulması gerektiğini hatırlatmak isteyen erkek bir arkadaşım da çareyi Facebook’a Robert Pattinson’ın çirkin resimlerini yüklemekte buldu. İstediği mesajı verebildi mi bilinmez, ama bizim o akşam çok eğlendiğimiz kesin.

Tabi ya, bir de Facebook var, modern zaman oyuncağı. Çok dil uzatmayacağım, zira ben de kölesiyim. Öte yandan söylemeden de geçemeyeceğim, kendimize inşa ettiğimiz bir vitrin değil mi bu site? İlkokul arkadaşımızı bulmak bir yana, son yurtdışı gezimizin fotoğraflarını Facebook’a koymanın biraz da gösteriş arzusu olduğunu hangimiz inkar edebilir? Öyle olmasa bilgisayarımızın bir köşesinde saklardık tüm fotoğraflarımızı.

Fotoğraf. Çok severim bu kelimeyi. Gerçi fotoğraflar beni seviyor mu pek emin değilim, çoğunda memnun kalmıyorum sonuçtan. Bunun iki açıklaması var: Ya ben kendimi olduğumdan güzel sanıyorum, ya da fotoğraflar çirkin gösteriyor insanı. Ben ikinci açıklamaya inanmaktan yanayım, haksız da değilim hani. Suratında flaş patlayan benim gibi beyaz tenli bir insan nasıl güzel çıksın? Çıkamaz tabii. Ben çareyi Polaroid makinede buldum. Anladım ki “net olsun” derdine düşmeyince her fotoğraf daha nostaljik, daha güzel, daha sanatsal oluyormuş.

Bu arada evet, kıskan diye söylüyorum, makineyi çekilişten kazandım. Diğerlerine kalsa ben çok şanslıymışım, ama o kadar abartılacak bir durum yok ortada. Onlarca çekilişe katıldığım şu ahir ömrümde iki tanesini kazanmışım, çok mu? Amorti bile çıkmayan Milli Piyango biletlerine saysınlar. Neyse zaten hiç Milli Piyango çıksın istemedim. Hesabında 10 milyon TL fazla olsun, ne değişir? Güzel bir ev, son model bir araba, şık kıyafetler, e sonra? 129T’ye binip eve dönebilmek için cebinde tuttuğun o son 1 TL’den daha mı değerli? Yok değil, asla olamaz. Az olan, nadir bulunan, üzerinde emek harcanandır değerli olan. Aşk da cepteki son paraya benzer biraz. O tek 1 TL bankamatikteki 10,000 TL’ye değişilmez, insanın gözünün başkasının görmemesi gibi. Öte yandan sıkıntısı da benzer, cepteki son para gibi süründürür aşk. Hemen harcayamazsın, elin varmaz. Bir de cebindeki paranın yetersizliğinden yakınanlar vardır, ama beş parasızlar ne yapsın? İlk kazanılan para gibi ilk aşk vardır bir de, kimileri harcamaya bile kıyamaz, çerçeveletip duvarına asar. İlk olmasının değeri kadar acısı da vardır elbet.

Zaten her şeyin ilki tuhaftır biraz, sancılıdır hem de keyifli. Bisiklete ilk biniş, hemen ardından ilk düşüş, hangimiz unuttuk ki? İlk ruju satın almanın keyfi, sonra sürerkenki o garip büyüme hissi ne rahatsız edicidir. İlk tıraş da böyledir sanıyorum. Aslında büyümenin doğasıdır bu, eskiyi bitirip yeniye geçmek. Tatlı bir burukluktur hep, değişmeyen bir ikilemdir. Belli etmesek de sancılıdır, zorlayıcıdır; deri değiştirmek gibi, ama bu sefer içten dışa. Çoğumuz kıymetini bilemesek de paha biçilmezdir aslında, hayatın her süreci gibi. Zamanın kendisidir kıymetli olan. Saat ya da takvim değil bahsettiğim, insanın hem yaratıp hem kölesi olduğu o suni birimden söz etmiyorum. Benim bahsettiğim, göremediğimiz, duyamadığımız, kontrol edemediğimiz ama varlığını bildiğimiz zaman, aynı Tanrı gibi. Zaten zaman Tanrı gibidir neredeyse, ama yaratıcı değil yıkıcıdır. Bizi bizden alır her an, kırışıklıklar bırakır onun yerine. Hayat parmaklarımızın arasından hızla kayıp giderken bir tek anılar kalır geriye, onlar da yaşamın öznel birer aynası.

Nereden başlarsak başlayalım hayattır bağlandığımız nokta. Dostlarımız, ortak noktalarımız, amaçlarımız, hayallerimiz, anılarımız, fikirlerimiz, önyargılarımız, düşmanlarımız; hepsi hayatın birer parçasıdır. Koskoca bir öykü derlemesinden farksızdır hayat, hepimizin hikâyeleri vardır bu derlemede, öyle ya da böyle bir gün çakışırlar. Hayatın tuhaf olduğunu söylemiş miydim?

M.
26.04.09

5 yorum:

shine dedi ki...

en içten alkışlarmla..... bu güzel yazı için teşekkürler M.! (L)

angie dedi ki...

ama bu çok güzel.

DG dedi ki...

öha awesome! Legand hatta biraz daha beklersen Dary!... yani ne desem boş bunlardan sonra bilemiyorum.

Adsız dedi ki...

oha. zihin akışı. çok severim.

Adsız dedi ki...

Harikuladee bir yazı ve hayat cidden tuhaf..:)

Bugünden itibaren takip ediyorum burayı ve baştan başlayayım dedim...