31 Ekim 2013 Perşembe

Karalamalar - 4

-Işığını kavanoza saklayamadığım bir anı, kağıda biraz olsun hapsetmişim. Arşivden çekip çıkardım.-

Hayatta kalabilmek için unutmak zorunda olduğumuz yegane kaderimiz unutuluşun ta kendisi. Bu gece, dünyada benden başka kimse için önem arz etmeyen balkonumda oturup unutulmaması için dualar ettiğim, kızıl adaklar adadığım gözlerimle gökyüzüne bakarken, tek bir saniyesini bile aklıma yazamayacağım bulutlar geçiyor gökyüzünden. Çoğu ete bile değmeyen milyarlarca cam kırığı yağıyor sanki gökten, yalnızca birkaç bini yara açma şansına erişecek, ve nihayet yalnız bir düzinesi yara izi bırakmakla kutsanabilecek. Ama ölümsüzlük bahşetmiyor yara izleri. Ete yazılır bütün masallar, ve et çürür. Söz uçar, yazı erir, kağıt yanar, et çürür.

Madem sevmeliyim bugün seni, çünkü ancak bugün sevebildiğim eller yarın toprağa çalacak, bana tanrı olmadığımı unutturan gülüşünde, ne yazık, kurtlar dolaşacak. Evrende milyon ihtimalle hiçbir kitap bizi yazmayacak; ben sana ufak bir not da çiziktirsem, şehir dolusu kütüphane de bahşetsem, hepsi havaya karışmaya mahkum. Nefes almış her kadına benim, her adama senin ismini verseler dahi, insan muhakkak, unutmak istese de, mutlaka ölecek. Ve son insan son nefesinde ikimizi sayıklasa da bunu kimse bilmeyecek.

Madem yazmalıyım bu gece seni, çünkü unutmak felaketi eskaza geçiverse de dünyayı, biliyorum beni es geçmeyecek. Kalemim kağıda varana dek bile kısmen söndü işte gülüşün. Solmana dayanamıyorum, İstanbul gibi direniyorum, kaleme kağıda tırnaklarımı geçiriyorum sırf seni unutmamak için. Seni değil -nefes dar- senin bendeki yıldız kırıntılarını söndürmek istemiyorum. Sadeleştirmek istemiyorum seni, sen basit bir öykü değilsin, dünü bugünü geleceği olan bir anlatı değilsin, olaylar bütünü değilsin; sen bir hissin. Takvimlere sığdıramıyorum, sözlere hapsedemiyorum, kimseye karşı anlamlandıramıyorum  ve işte havada yok oluyor, rüzgarda küçülüyorsun, ışığın sönüyor.

---

İşte o öğlen, Adem ile Havva'nınkinden biraz mütevazı bir cennet bahçesindeydik, ve sen ancak tanrının kaleme alabileceği satırlar kadar ahenkli isminle müsemma idin. Sesin, yaradılış dokunuşu kadar zarif ve sakin, başımın iki yanından içeri ılık bir kutsal su gibi süzülmüş ve sanki her şeyin güzele çalabileceğini hatırlatmıştı görevini tamamlayarak. Ve işte onca yüzün arasında sen ışıldıyordun ve gülüşün, ah o gülüşün, sanki her şeyin güzele varabileceğinin bir teminatıydı.

Hiç yorum yok: