Karşılıklı
oturup teker teker hikâyelerimizi paylaşsak, yaptıklarımızı
önemli zannederiz. Yüzlerce hayatın kesiştiği noktalara
geldiğimizde ise, aslında ne kadar küçük ve önemsiz olduğumuzu
anlarız.
Barselona
Merkez Tren Garı’nda otururken de aynı böyle hissediyordum.
Hiç
kimse, kalmak için gelmez tren garlarına. Belki bir iki evsiz,
onlar da “Kovulmadan önce kaç gece uyuyabilirim?” hesabında.
Garlar hep bir geçiş noktasıdır, çok kısa bir duraktan
ibarettir. Ellerimizde çekçekli bavullarımız, sırtlarımızda
çantalarımız, geçer gideriz içlerinden. Hiç durmayız. Bir an
olsun başımızı kaldırıp, garın hüzünlü tavanından yaşlar
süzülüyor mu diye bakmayız; çünkü önemi yoktur. Daima gidecek
bir yer vardır. Önemli olan oraya
ulaşmaktır.
Yıllar
yılı doğru bildiğim bu oraya
ulaşma
arzusunun aslında ne denli yanlış olduğunu yeni anlıyordum.
Mühim olan orası
değildir. Mühim olan gitme eylemidir, yolculuktur. Biz mekânları
önemli zannederken, bizi gerçekten değiştiren şey yolun ta
kendisidir. Romanlarda mekân, güçlü bir arka plandır sadece.
Romanın esas konusu, karakter ve yaptıklarıdır.
Biz
hepimiz kendi romanımızı yazarken, her şeyi biliyoruz sanırız.
Oysa hayat denen şu meretin koca bir yolculuk olduğunu, gidecek
yerin ne olursa olsun değiştirilemeyeceğini bile anlayamayız,
bize verilen görevin yalnızca oraya
giden yolculuğu olabildiğince güzelleştirmek olduğunu fark
edemeyiz. Aksine, ağır bavulları sürükleye sürükleye koşmaya
çalışırız. Sanki tren kaçacakmış, sanki biz olmadan
kalkacakmış gibi.
O
tren hep kalkar. Biz o treni hiç kaçıramayız. Tek yapabileceğimiz
bir iki parça eşyayı tıktığımız sırt çantamızla,
ellerimizi açarak, çimenlere basa basa, salınarak, güneşi
tenimizde hissederek kat etmektir yolu. Birkaç gerçek yol arkadaşı
da fena olmaz bu seyahatte.
Barselona’da
yerde bağdaş kurmuş otururken az önce söylediğimden çok da
farklı bir şey yapmıyordum aslında. Evet, sırt çantam vardı,
çantama takılı onlarca eskimiş rozet, içinde ise bütün dünyam.
Evet, güneş tenimdeydi. Bu sıcak Temmuz gününde içeride de olsa
pencereden sızan ışık huzmesi bulmuştu beni. Belki de ben onu
bulurdum hep, fark etmeden. Evet, yol arkadaşlarım da vardı,
duvara yaslanmış soluklanıyordu üçü de. Doğrusunu söylemek
gerekirse, bir ay öncesine dek varlığından dahi haberdar
olmadığım bu üç kişi, beni o kadar da ilgilendirmiyordu. Biz
koşmaktansa yürümeyi tercih eden birkaç gezgindik sadece. Bir
süreliğine hayatlarımız kesişmişti, kısa zaman içinde de
tıpkı kesiştiği gibi ayrılacaktı. Gezginler için hayat
böyledir. Gitmeye
öyle kaptırırlar ki kendilerini, ister istemez herkesten giderler
zamanla.
Hayır,
benim tek gerçek dostum aslında kucağımda duruyordu: Tozlu
giysilerime inat, siyahı ışıl ışıl parlayan Polaroid makinem.
Tam yedi sene önce Amerika’ya taşınan arkadaşım hatıra olarak
bırakmıştı bana, sırf çok seviyorum diye. “Olsun”
demiştim, “sakın
ağlama. Gitmen hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Biz yine eskiden
olduğu gibi yazışacağız, yine her tatili beraber geçireceğiz.
Hem çok güzel anıların olacak.” Oysa
yanılmıştım. Onun değişimi, annesi “Kızım,
gidiyoruz”
dediğinde başlamıştı bile. İnsanoğlu öyle zayıftır ki, bir
şeyle yüzleşmeden, sadece düşüncesiyle bile hayatını kökten
değiştirebilir. Onun için de öyle olmuştu. Nicedir almıyorum
mektuplarını, geliyorsa eve geliyordur belki.
Ev
diye bir şey varsa eğer. Bir göz oda, sırf her gece içinde
uyuyoruz diye ev sayılabilir mi? Ev, daha ziyade kendimizi ait
hissettiğimiz yer değil midir? Peki insan çok görünce, çok
gezince aidiyet duygusunu kaybeder mi?
Kaybedermiş.
Elimdeki makineyle her gittiğim kentte “şipşakçılık” yapıp
sokakta çektiğim fotoğrafları 5 dolara satarken anladım bunu.
Çeşitli yüzler kameraya gülümser ve sonsuza dek donarlar. Biz,
kurusun diye kareyi elimizde sallarken o gülen yüzün ardında
aslında neler olduğunu asla bilemeyiz. Sadece o yüzün bir
milisaniyesi, fotoğraf gerçek sahibine gitmeden birkaç
dakikalığına elimizde durur. Tüm fotoğrafları biz çekmişizdir
belki, ama hiçbiri bize ait değildir. Etrafta o denli görülecek
şey varken makineyi kendimize çevirmek aklımıza gelmediğinden,
kendimize ait tek bir fotoğrafımız bile olmaz. İşte tıpkı
bunun gibi, insan gezerken de aidiyetini kaybeder. Bambaşka
hayatlara tanık olurken kendisininkini unutur. Bir de gezi uzun
sürerse, fotoğrafta film biter. Dönecek bir ev kalmaz ortada.
Uzun
muydu peki benim yolculuğum? Hem de çok. Bir zamanlar yeşilin en
sade tonunda olan, şimdiyse tozdan griye bürünen eski
ayakkabılarım onaylıyordu bunu. Yirmi dört senelik taze ve gergin
cildim bu duruma itiraz edebilirdi belki, ama gördükçe derinleşen
gözlerime bakan herkes, aslında ayakkabılarımın haklı olduğunu
anlardı. Nereden başlamıştım, ben bile hatırlamakta güçlük
çekiyordum. Küçük bir şehrin küçük bir semtinde ufacık bir
dairede başlamıştı benim hikâyem. Bana hep “Yürü”
denmişti. “
Gideceğin yer neresi olursa olsun, durmadan yürü. Belki düşersin,
belki dizin, belki kalbin yaralanır, belki yorulursun. Ama sen
durma, hep yürü. Sen durursan dünya da durur.” Bu
inançla tutmuştum bana verilen öğüdü. Sanki tüm dünyanın
yükü omuzlarımdaymışçasına durmadan yürümüştüm hep.
Herkesin sorumluluğu benimdi, benim görevim gitmekti.
Gitmezsem dünya dururdu.
Gittim.
Çok gezdim, çok gördüm. Okumak için yeni kentlere gittim,
dostlar için yeni mekânlara. Kendim için kitapçılara gittim,
küçük kuzenim için çocuk parklarına. Çiçekçilere gittim
annem için. İş için tramvaylara gittim, vapurlara, otobüslere.
Çok yoruldum. Ama hiç durmadım. Gitmem lazımdı. Gitmezsem
dünya dururdu. Gitmeseydim dünyam dururdu.
En
taze yolculuğum buydu işte, tam ortasındaydım şimdi.
Barselona’da, sıcak insanların sıcak şehrinde, oldukça sıcak
bir günde tren garındaydım. Oturduğum yerden yalnızca ayaklar ve
bavullar görünüyordu. Ben o ayakların hepsinin başka amaçlarla
başka yerlere gitmeye çalıştığını, o bavulların hepsine
bambaşka hayatların beyhude çabalarla tıkıştırılmaya
çalıştığını biliyordum. Ben, hayatın kurnaz gözlemcisiydim.
Onunla birlikte koşmaya öyle alışmıştım ki, insanları
dışarıdan bir gözle görebiliyordum artık. Bir tek kendime
çeviremiyordum, o insanları delip geçen gözlerimi. Tek bildiğim,
tüm bu hikâyeler içinde benimkinin ne kadar önemsiz olduğuydu.
Evet,
tam ortadaydım. İstediğim yöne çekebilirdim bu seyahati.
İstersem öğleye kadar fotoğraf çekip kazandığım parayı
cebimdekiyle birleştirerek İstanbul’a bilet alabilirdim. Ertesi
sabah orada olurdum. Çalardım kapıyı, annem açardı. Sevinirdi,
şaşırırdı, belki biraz ağlardı. Ani bir kararla İsveç’te
kestirdiğim saçlarıma bakar, beğenirdi. Sonra çay koyardı bana.
Aylardan sonra ilk kez kaygısızca sahip olurdum basit bir şeye.
Sonra bütün gün anlatırdım. Çantamdaki Polaroidleri gösterirdim
birer birer. O ise hep gülen ama şaşırtıcı bir biçimde hüznün
izlerini taşıyan gözleriyle beni izlerdi. Kedi kucağımda uyurdu.
Yıkanırdım. Balkonda otururduk. Gece olurdu, yatardım. İşte tam
o anda hissederdim içimdeki boşluğu. Yatağın, yorganın,
yastıkların benim olduğunu bilirdim. Ama ben
oranın olamazdım.
Anlardım ki, ben
hiçbir yerin değilim.
Evim olmadığını anlardım, evimi henüz bulamadığımı. Sonra
pişman olurdum, çok üzülürdüm bu hayatımın yolculuğunu
yarıda bıraktığım için. Duramazdım. Ben
durursam dünya da dururdu.
Diğer
yolu da seçebilirdim elbet. Şimdi kalkıp Barselona’nın ara
sokaklarına dalabilirdim. Elimde Polaroid’im, onlarca poz
çekebilirdim. Yeni insanlar tanıyabilir, hiç duyulmamış
hikâyeler dinleyebilirdim. Dünyanın en güzel yemeklerini hiç
umulmadık tozlu bir restoranda tadabilirdim. Bol bol gülebilirdim.
Ağlayabilirdim. Biz gezerken gece olurdu. Kim bilir kimin koltuğunda
yorgunlukla uykuya dalmadan önce İstanbul’u düşünürdüm. Evi
özlerdim, ama eve de gidemezdim.
Demiştim
ya, tren garlarına kimse kalmak için gelmez, evsizler dışında.
Ben de bir evsizdim aslında. Ne gidebilirdim, ne kalabilirdim. Ben
yolculuğa aşıktım, gidilen yere değil.
Nasıl evsizlerin gerçek yuvası sokaklarsa, benim gerçek yuvam
yollardı. Trenler, uçaklar, otobüslerdi en rahat hissettiğim yer.
Öyleyse dönemezdim, belli bir yere de gidemezdim. Ben, bir elimde
haritam, bir elimde fotoğraf makinesi, kaybola kaybola çizmeliydim
rotamı. Gerçek evimi arıyordum, bulana dek yollarda kalıyordum.
Gitmeliydim.
Gitmeseydim dünyam dururdu.
Ayağa
kalktım, çantamı yerden aldım. Yol arkadaşlarıma el salladım,
gülümseyerek karşılık vermekle yetindiler. Belli ki çoktandır
biliyorlardı bu anın geleceğini. Gardan çıkınca güneş, tüm
parlaklığını sundu bana. Gözlerim acıdı biraz; ama buna
değerdi. Ben hiç ayak basmadığım taşlarda yürürken hiç
olmadığım kadar hafiftim. Tenha bir sokakta alaca bir kedinin
fotoğrafını çekerken, Cemal Süreya düştü aklıma.
“Biliyorsun,
ben hangi şehirdeysem
Yalnızlığın
başkenti orası.”
*Suna Kıraç Liselerarası 4. Öykü Yarışması'nda ikinci oldu bu naçizane öykü.
Sene 2011 idi. Seçkisinde de yayınlanmış oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder