15 Şubat 2014 Cumartesi

Sen Durursan Dünya da Durur.


Karşılıklı oturup teker teker hikâyelerimizi paylaşsak, yaptıklarımızı önemli zannederiz. Yüzlerce hayatın kesiştiği noktalara geldiğimizde ise, aslında ne kadar küçük ve önemsiz olduğumuzu anlarız.

Barselona Merkez Tren Garı’nda otururken de aynı böyle hissediyordum.

Hiç kimse, kalmak için gelmez tren garlarına. Belki bir iki evsiz, onlar da “Kovulmadan önce kaç gece uyuyabilirim?” hesabında. Garlar hep bir geçiş noktasıdır, çok kısa bir duraktan ibarettir. Ellerimizde çekçekli bavullarımız, sırtlarımızda çantalarımız, geçer gideriz içlerinden. Hiç durmayız. Bir an olsun başımızı kaldırıp, garın hüzünlü tavanından yaşlar süzülüyor mu diye bakmayız; çünkü önemi yoktur. Daima gidecek bir yer vardır. Önemli olan oraya ulaşmaktır.

Yıllar yılı doğru bildiğim bu oraya ulaşma arzusunun aslında ne denli yanlış olduğunu yeni anlıyordum. Mühim olan orası değildir. Mühim olan gitme eylemidir, yolculuktur. Biz mekânları önemli zannederken, bizi gerçekten değiştiren şey yolun ta kendisidir. Romanlarda mekân, güçlü bir arka plandır sadece. Romanın esas konusu, karakter ve yaptıklarıdır.

Biz hepimiz kendi romanımızı yazarken, her şeyi biliyoruz sanırız. Oysa hayat denen şu meretin koca bir yolculuk olduğunu, gidecek yerin ne olursa olsun değiştirilemeyeceğini bile anlayamayız, bize verilen görevin yalnızca oraya giden yolculuğu olabildiğince güzelleştirmek olduğunu fark edemeyiz. Aksine, ağır bavulları sürükleye sürükleye koşmaya çalışırız. Sanki tren kaçacakmış, sanki biz olmadan kalkacakmış gibi.

O tren hep kalkar. Biz o treni hiç kaçıramayız. Tek yapabileceğimiz bir iki parça eşyayı tıktığımız sırt çantamızla, ellerimizi açarak, çimenlere basa basa, salınarak, güneşi tenimizde hissederek kat etmektir yolu. Birkaç gerçek yol arkadaşı da fena olmaz bu seyahatte.

Barselona’da yerde bağdaş kurmuş otururken az önce söylediğimden çok da farklı bir şey yapmıyordum aslında. Evet, sırt çantam vardı, çantama takılı onlarca eskimiş rozet, içinde ise bütün dünyam. Evet, güneş tenimdeydi. Bu sıcak Temmuz gününde içeride de olsa pencereden sızan ışık huzmesi bulmuştu beni. Belki de ben onu bulurdum hep, fark etmeden. Evet, yol arkadaşlarım da vardı, duvara yaslanmış soluklanıyordu üçü de. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir ay öncesine dek varlığından dahi haberdar olmadığım bu üç kişi, beni o kadar da ilgilendirmiyordu. Biz koşmaktansa yürümeyi tercih eden birkaç gezgindik sadece. Bir süreliğine hayatlarımız kesişmişti, kısa zaman içinde de tıpkı kesiştiği gibi ayrılacaktı. Gezginler için hayat böyledir. Gitmeye öyle kaptırırlar ki kendilerini, ister istemez herkesten giderler zamanla.

Hayır, benim tek gerçek dostum aslında kucağımda duruyordu: Tozlu giysilerime inat, siyahı ışıl ışıl parlayan Polaroid makinem. Tam yedi sene önce Amerika’ya taşınan arkadaşım hatıra olarak bırakmıştı bana, sırf çok seviyorum diye. “Olsun” demiştim, “sakın ağlama. Gitmen hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Biz yine eskiden olduğu gibi yazışacağız, yine her tatili beraber geçireceğiz. Hem çok güzel anıların olacak.” Oysa yanılmıştım. Onun değişimi, annesi “Kızım, gidiyoruz” dediğinde başlamıştı bile. İnsanoğlu öyle zayıftır ki, bir şeyle yüzleşmeden, sadece düşüncesiyle bile hayatını kökten değiştirebilir. Onun için de öyle olmuştu. Nicedir almıyorum mektuplarını, geliyorsa eve geliyordur belki. Ev diye bir şey varsa eğer. Bir göz oda, sırf her gece içinde uyuyoruz diye ev sayılabilir mi? Ev, daha ziyade kendimizi ait hissettiğimiz yer değil midir? Peki insan çok görünce, çok gezince aidiyet duygusunu kaybeder mi?

Kaybedermiş. Elimdeki makineyle her gittiğim kentte “şipşakçılık” yapıp sokakta çektiğim fotoğrafları 5 dolara satarken anladım bunu. Çeşitli yüzler kameraya gülümser ve sonsuza dek donarlar. Biz, kurusun diye kareyi elimizde sallarken o gülen yüzün ardında aslında neler olduğunu asla bilemeyiz. Sadece o yüzün bir milisaniyesi, fotoğraf gerçek sahibine gitmeden birkaç dakikalığına elimizde durur. Tüm fotoğrafları biz çekmişizdir belki, ama hiçbiri bize ait değildir. Etrafta o denli görülecek şey varken makineyi kendimize çevirmek aklımıza gelmediğinden, kendimize ait tek bir fotoğrafımız bile olmaz. İşte tıpkı bunun gibi, insan gezerken de aidiyetini kaybeder. Bambaşka hayatlara tanık olurken kendisininkini unutur. Bir de gezi uzun sürerse, fotoğrafta film biter. Dönecek bir ev kalmaz ortada.

Uzun muydu peki benim yolculuğum? Hem de çok. Bir zamanlar yeşilin en sade tonunda olan, şimdiyse tozdan griye bürünen eski ayakkabılarım onaylıyordu bunu. Yirmi dört senelik taze ve gergin cildim bu duruma itiraz edebilirdi belki, ama gördükçe derinleşen gözlerime bakan herkes, aslında ayakkabılarımın haklı olduğunu anlardı. Nereden başlamıştım, ben bile hatırlamakta güçlük çekiyordum. Küçük bir şehrin küçük bir semtinde ufacık bir dairede başlamıştı benim hikâyem. Bana hep “Yürü” denmişti. “ Gideceğin yer neresi olursa olsun, durmadan yürü. Belki düşersin, belki dizin, belki kalbin yaralanır, belki yorulursun. Ama sen durma, hep yürü. Sen durursan dünya da durur.” Bu inançla tutmuştum bana verilen öğüdü. Sanki tüm dünyanın yükü omuzlarımdaymışçasına durmadan yürümüştüm hep. Herkesin sorumluluğu benimdi, benim görevim gitmekti. Gitmezsem dünya dururdu.

Gittim. Çok gezdim, çok gördüm. Okumak için yeni kentlere gittim, dostlar için yeni mekânlara. Kendim için kitapçılara gittim, küçük kuzenim için çocuk parklarına. Çiçekçilere gittim annem için. İş için tramvaylara gittim, vapurlara, otobüslere. Çok yoruldum. Ama hiç durmadım. Gitmem lazımdı. Gitmezsem dünya dururdu. Gitmeseydim dünyam dururdu.

En taze yolculuğum buydu işte, tam ortasındaydım şimdi. Barselona’da, sıcak insanların sıcak şehrinde, oldukça sıcak bir günde tren garındaydım. Oturduğum yerden yalnızca ayaklar ve bavullar görünüyordu. Ben o ayakların hepsinin başka amaçlarla başka yerlere gitmeye çalıştığını, o bavulların hepsine bambaşka hayatların beyhude çabalarla tıkıştırılmaya çalıştığını biliyordum. Ben, hayatın kurnaz gözlemcisiydim. Onunla birlikte koşmaya öyle alışmıştım ki, insanları dışarıdan bir gözle görebiliyordum artık. Bir tek kendime çeviremiyordum, o insanları delip geçen gözlerimi. Tek bildiğim, tüm bu hikâyeler içinde benimkinin ne kadar önemsiz olduğuydu.

Evet, tam ortadaydım. İstediğim yöne çekebilirdim bu seyahati. İstersem öğleye kadar fotoğraf çekip kazandığım parayı cebimdekiyle birleştirerek İstanbul’a bilet alabilirdim. Ertesi sabah orada olurdum. Çalardım kapıyı, annem açardı. Sevinirdi, şaşırırdı, belki biraz ağlardı. Ani bir kararla İsveç’te kestirdiğim saçlarıma bakar, beğenirdi. Sonra çay koyardı bana. Aylardan sonra ilk kez kaygısızca sahip olurdum basit bir şeye. Sonra bütün gün anlatırdım. Çantamdaki Polaroidleri gösterirdim birer birer. O ise hep gülen ama şaşırtıcı bir biçimde hüznün izlerini taşıyan gözleriyle beni izlerdi. Kedi kucağımda uyurdu. Yıkanırdım. Balkonda otururduk. Gece olurdu, yatardım. İşte tam o anda hissederdim içimdeki boşluğu. Yatağın, yorganın, yastıkların benim olduğunu bilirdim. Ama ben oranın olamazdım. Anlardım ki, ben hiçbir yerin değilim. Evim olmadığını anlardım, evimi henüz bulamadığımı. Sonra pişman olurdum, çok üzülürdüm bu hayatımın yolculuğunu yarıda bıraktığım için. Duramazdım. Ben durursam dünya da dururdu.

Diğer yolu da seçebilirdim elbet. Şimdi kalkıp Barselona’nın ara sokaklarına dalabilirdim. Elimde Polaroid’im, onlarca poz çekebilirdim. Yeni insanlar tanıyabilir, hiç duyulmamış hikâyeler dinleyebilirdim. Dünyanın en güzel yemeklerini hiç umulmadık tozlu bir restoranda tadabilirdim. Bol bol gülebilirdim. Ağlayabilirdim. Biz gezerken gece olurdu. Kim bilir kimin koltuğunda yorgunlukla uykuya dalmadan önce İstanbul’u düşünürdüm. Evi özlerdim, ama eve de gidemezdim.

Demiştim ya, tren garlarına kimse kalmak için gelmez, evsizler dışında. Ben de bir evsizdim aslında. Ne gidebilirdim, ne kalabilirdim. Ben yolculuğa aşıktım, gidilen yere değil. Nasıl evsizlerin gerçek yuvası sokaklarsa, benim gerçek yuvam yollardı. Trenler, uçaklar, otobüslerdi en rahat hissettiğim yer. Öyleyse dönemezdim, belli bir yere de gidemezdim. Ben, bir elimde haritam, bir elimde fotoğraf makinesi, kaybola kaybola çizmeliydim rotamı. Gerçek evimi arıyordum, bulana dek yollarda kalıyordum. Gitmeliydim. Gitmeseydim dünyam dururdu.

Ayağa kalktım, çantamı yerden aldım. Yol arkadaşlarıma el salladım, gülümseyerek karşılık vermekle yetindiler. Belli ki çoktandır biliyorlardı bu anın geleceğini. Gardan çıkınca güneş, tüm parlaklığını sundu bana. Gözlerim acıdı biraz; ama buna değerdi. Ben hiç ayak basmadığım taşlarda yürürken hiç olmadığım kadar hafiftim. Tenha bir sokakta alaca bir kedinin fotoğrafını çekerken, Cemal Süreya düştü aklıma.
Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem

Yalnızlığın başkenti orası.”

*Suna Kıraç Liselerarası 4. Öykü Yarışması'nda ikinci oldu bu naçizane öykü.
 Sene 2011 idi. Seçkisinde de yayınlanmış oldu.

Hiç yorum yok: