Bir filmde olsaydık seninle, bir açılış sahnesi yazıyor olsaydım, kamerayı dolabın üstüne yerleştirirdim, çantaların ardına. Önce karanlık olurdu ekran, sen bavulu çekip indirince ikimizin yüzü görünürdü: seninki biraz hevesli, biraz karmaşık; benimki solgun, sonradan yapıştırılmış bir pul gibi taşıyor ince gülümsemesini. Ama bir filmde değiliz, roman da yok ortalıkta. Ben bunu yeni idrak ediyorum, herkeste unutup her bavulda baştan hatırlıyorum. Dostoyevski'nin romanının o acımasız cümlesi yine yankılanıyor kafamın duvarlarında: "Bütün suç şu senin edebiyatında Vanya! Tavanarasına kadar çıkardı seni, mezara dek de indirecek." Beni de indirir elbet yarın bugün, fark etmezsem akut hayal kırıklığından öleceğim, bir de şaşalı cümlelerden.
Yine de bir roman değil bu oda, hüzünlü bir film yeşili değil bavulun. Siyah, yıpranıp yorulmuş, kenarları eprimiş. Gazeteden kupon kesip almamış mıydık bunu? Büyüğünü almışsın, küçük boyunu bana bırakıyorsun. Zaten her şeyin küçüğü bırakılır bana, bir lütuf gibi. Bavul yere konarken tozlar havalanıyor; ben sıkıntıyla koltuğa konarken sen başka saçlara doğru havalanıyorsun. Ortada belli bir saç da yok üstelik, uğruna benimkilerden vazgeçilen bir çift göz yok. Belki anlamsız, ama bu daha çok yıpratıyor beni. Öyle olsa belki hırslanırdım, hınçlanırdım. Kendimi karşılaştırırdım, bir tane de olsa melek yan bulurdum kendime, uydurma zaferlerle avunur, bir başkasına batırıp iğnelerimi rahatlardım. Şimdiyse başka seçenek yok, kendi eksikliklerimle başbaşa kalacağım bu odada. İğneleri bir kenara atıp çuvaldızları batırıyorum kendime.
Yine de bir roman değil bu oda, hüzünlü bir film yeşili değil bavulun. Siyah, yıpranıp yorulmuş, kenarları eprimiş. Gazeteden kupon kesip almamış mıydık bunu? Büyüğünü almışsın, küçük boyunu bana bırakıyorsun. Zaten her şeyin küçüğü bırakılır bana, bir lütuf gibi. Bavul yere konarken tozlar havalanıyor; ben sıkıntıyla koltuğa konarken sen başka saçlara doğru havalanıyorsun. Ortada belli bir saç da yok üstelik, uğruna benimkilerden vazgeçilen bir çift göz yok. Belki anlamsız, ama bu daha çok yıpratıyor beni. Öyle olsa belki hırslanırdım, hınçlanırdım. Kendimi karşılaştırırdım, bir tane de olsa melek yan bulurdum kendime, uydurma zaferlerle avunur, bir başkasına batırıp iğnelerimi rahatlardım. Şimdiyse başka seçenek yok, kendi eksikliklerimle başbaşa kalacağım bu odada. İğneleri bir kenara atıp çuvaldızları batırıyorum kendime.
"Belli
olmasın" diyorum, "Belli etme." Öyle çok duydum ki
bu öğüdü. Çok duydum, hiç tutamadım. Yalnızlık kadar
suskunluk da Allah'a mahsustu. İnsan anlatacaktı. Tevrat demiyor
muydu ilk satırında "Önce kelime vardı" diye? Yine aynı
Allah demedi mi, "Oku"? Neyi okuyacaktık, kelime niçin
vardı? Birileri anlatmalıydı, birileri belli etmeliydi. İnsan
alemde ancak anlatabildiği müddetçe yaşar. O adam mesela, yazmasa
deli olacaktı. Çünkü anlatmak ruhun gıdasıdır. İnsan
saydamdır, belli eder mizacını. Opak hale dönmek için katran
yutmalıdır yudum yudum. Çok denedim, olmadı. Şimdi sen belli
etmemden gidiyorsun yine. Katranlar takılıyor boğazıma. Belli
etmemeliyim, bu saatten sonra bir işe yarayacakmışçasına.
Herkesin haklı olduğunu biliyorum, yine de anlamıyorum. Onca
kurala zincirlenmektense o ezeli öğüdü tutsaydım bambaşka
olacaktı. Olmadı. "Böyle oldu" diyeceğim "ne
yapalım."Cümlemin ikinci kısmına inanmayacağım, ilk kısım
içimde yankılandıkça büyüyecek. Böyle oldu. Böyle oldu. Böyle
oldu.
Neden böyle
oldu? Yine bilemeyeceğim. Soramayacağım. Sen gidene kadar hiç
belli etmeyeceğim. Belli etmemekten, belli etmeden içten içe
çürümeye devam edeceğim. Bir kutsal kitap yazacağım kendime,
şöyle başlayacak: Oku, ama belli etme.
Mutfağa
süzülüyorum sessizce, çaydanlığın kokusu ve sesi
kolaylaştırıyor belli etmemeyi. Usulca çıkarıyorum fincanları,
sen içerideki odada bavulun fermuarını gürültüyle çekiyorsun.
Sen avaz avaz "Gidiyorum" derken ben kalmanı fısıldar
gibiyim, dua edercesine. Ama Eros'tan bugünün Allah'ına hiçbir
tanrı duymuyor bu duaları. "Adı başka olsa ne fark eder,
senin benim Tanrım bir" demiştik. Ama doğru muydu, kaç tane
var, tek bildiğim hiçbir politeizm beni duymuyor. Yine de
kendilerine istiyorlar beni, her seferinde boş odalarda -öyle
bıktım ki bu kalıptan- beni kendilerine muhafaza ediyorlar.
Yalnızlık peygamberi seçildim, kimse iman etmiyor.
Bavulu
sürüklüyorsun, keşke taşımaya cesaret etsen. Sen zaten neyi
sırtlanırsın -vazgeçtim. Suçlayarak yorulmayacağım, o gücümü
üzülmeye çoktan harcadım. "Çay?" diyorum, sesim
yorgun. O gün eve dönerken de yorgundu böyle, ama başka tınlardı.
"Hayır" diyorsun, senin sesin böyle duvar duvar
tınlamazdı ki, mermere dönmüş konuşmayalı. Zaten sesini hep
duysam da öyle çok oldu ki konuşmayalı, unuttum nasıl bir histi.
Ya da yalan. Unutmadım. Sadece belli etmiyorum. "Tamam"
diyorum "geç kalma madem." Bütün mademlerimden nefret
ediyorum. Sessizliklerinden de. Önce kelime vardı, ama sen onu da
kullanmıyorsun, bavulu sürükleyerek kapıyı açıyorsun.
Mutfaktan
çıkmıyorum. İki fincana da kendim için çay dolduruyorum. Neden
sonra, hava kararmaya yüz tutarken, "uzanıp kendi
yanaklarımdan öpüyorum."
*Robert Kolej Türkçe edebiyat dergisi Oda'nın 2012 sayısında yayınlandı.
Fotoğraf: Burgazada, 2013
1 yorum:
bunu ne kadar sevdigimi biliyorsun, paylasman iyi olmus :) -S.
Yorum Gönder