31 Ocak 2012 Salı

Kış Güneşi.

Barış Bıçakçı'nın son kitabının arka kapağında "Aşk üzerine küçük bir roman. Toplu konutta aşk ama" yazıyor. Benimki toplu konutta kış. Pencere önünde Sinek Isırıklarının Müellifi'ni okuyarak uyuyakalmak, demlik demlik çay, Radyo Eksen, içimin bunalması.

Bu mecburi yalnız kış günlerinde icat edip sevgiyle tükettiğim kış atıştırmalığı "Kış Güneşi: A Tribute to Tarkan"ı takdim ederim:

1) Malzemeler: Bir adet dolaptan yeni çıkmış portakal, yine dolaptan yeni çıkmış büyükçe bir kase yoğurt, kase, kaşık ve bıçak. (Dondurma benzeri bir tat ve optimum keyif için portakal ve yoğurdun dolaptan yeni çıkmış olması önemli)
2) Portakalımızı, yemeğe adını veren kış güneşi biçiminde kesiyoruz. Böyle kesmeseniz de olur, ama böyle ayrı keyifli.
3) Portakalları iyice küçültüyoruz. Bir dilimi üçe bölmek ideal boyuttur. Yoğurdu da kaseye koyuyoruz.
4) Portakallarımızı yoğurdun üstüne döküyoruz. Keserken akan suları da ziyan etmeyip yoğurda katıyoruz, aroması iyice bütünleşiyor.
5) Biraz karıştırıyoruz.
6) Pencerenin önünde, karların kasemize döküldüğünü hayal ederek keyifle tüketiyoruz.

Not: İsteğe göre biraz şeker de koyabilirsiniz. Ama portakalınızın çok tatlı olmadığına ve şekerin dozunu kaçırmadığınıza emin olun. 

Günlük vitamin, süt ürünü, mutfakta geçirilen zaman ve turunçgil renkleri görerek gözlerimizi mutlu etme ihtiyacımız böylece karşılanmış oluyor. Herkese afiyet olsun.

Ben bunları yaparken Radyo Eksen'de çalan güzel şarkılardan bir demet sundum. Mutludan üzüntülüye doğru iniyor:
Oysa geçen hiçbir şey yok, tümümüz
Göğün ortasında, bir anıt gibi.

Melih Cevdet Anday

30 Ocak 2012 Pazartesi

X_57c67f0f_large
"Bir şey sunulmuştu bana, bir hediye, bir meyve. Ama ben o meyveden tadamadım, gök erik gibi kaldı avcumda dünya. Şimdi ben uykusuzum, yalınayağım, kendimle meşgulüm. Kapımın önünde boş peynir tenekeleri, yağmur suyu biriktiriyorum. Kendi kendime, sanatçı tecrübe edinemeyen insandır, diyorum, bu dünyada hiçbir tecrübesi olmayan insandır, ama sen şimdi karala bunun üstünü, yırt sen bunu, olmadı çünkü, olmadı işte.

Nafile."

Bariş Bıçakçı - Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra

23 Ocak 2012 Pazartesi

Solungaç.

Tumblr_lxebugzjw41r1gbv7o1_500_large
Seni kaplara koyuyorlar. Ölçü kapları. Ölçüyorlar. 5 litrelik, 10 litrelik, bazen 15. Aktarıyorlar birinden öbürüne. Her aktarışta damlaların kalıyor bir diğer kapta. Sen azalıyorsun, sen yoruluyorsun. Aklın ise çoktan buharlaşmış, uçup gitmiş, başka yerlerde. Başka kaplar istemiyor, yalnızca nehirlere, denizlere kavuşmak istiyor. Tıpkı Küçük Kara Balık gibi. Hep düşünüyorsun o ufak kitabı. Hayır, hissediyorsun. Eski bir arabanın camından dışarı bakarken sakin bir sesle soruyorsun "Küçük Kara Balık'ı okudun mu?" diye. Sormalısın. Çünkü bazı kitaplar insan ayıracıdır. Ya da sen böyle saçmalıklara inanıyorsun. Dışarıda kimse böyle düşünmüyor. Hiçbir kapta bu damlalara yer yok. Ama sen nehirde yüzeceksin. Öykünün sonundaki Küçük Kırmızı Balık gibi uzun uzun düşünüyorsun sen. Kahve için su kaynatırken "100 derece" diye mırıldanıyorsun. 100, yüz, balık gibi. Kelime oyunlarını seviyorsun. Başka şeyleri de seviyorsun. İnsan olmak sevmek midir? Bilmiyorsun. Su kaynıyor, mutfak masasına oturuyorsun. Mutfakları da seviyorsun. Küçük mutlulukların sana gerçekten yetip yetmediğini, bu stokla ne kadar idare edeceğini merak ediyorsun. İnsanın gün ışığı deposuna da ihtiyacı vardır, ama sen pek açık hava görmüyorsun. Telafi etmen gerekecek. Ama gereken çok fazla şey var ondan önce. Defteri açıyorsun.

Kalemin ilk darbesinde, balığını göle bırakmaya karar veriyorsun.

"Olmaz, olamaz! Yok olamaz insan. Hareketleri, gülüşü, birlikte yaptıklarımız: nereye gitti hepsi? Lavoisier Kanunu var: hiçbir şey yok olamaz durup dururken. Kanun, adamdan hesap sorar; nereye gitti diye. Pencereyi açtı, aşağı sarktı. Başka kanunlar da var diyorlar. Lavoisier Kanununda toplam ağırlık sabit kalırmış. Peki Selimlik? Onu nasıl tartacaksınız? Neden kimse üzerine almıyor bu özelliği? O halde haksızsınız. Bu kadar insan bir araya gelip bir Selim olamıyorsunuz."

Oğuz Atay - Tutunamayanlar

19 Ocak 2012 Perşembe

Zaman zarfı.

Tumblr_lxvdbosc5o1qc5asuo1_500_large
Sürekli mutfak masasındayım.
Sürekli sayıyorum. Yapılanları, yapılacakları, günleri. Hem geçsin, hem geçmesin.
Sürekli atıştırıyorum. Biraz kilo almış olabilirim. Kabullenmemiş de olabilirim.
Sürekli gülümsetenlerim var neyse ki.
Sürekli şükreden, "Mutluyum oh" hallerim uzaklaştı. Neyse ki. Bundan memnun olmamalı belki de.
Sürekli eski şarkılar dinliyorum. Sıkılıyorum bazen kendimden.

Genelde erken uyanıyorum. Sessiz sabahları hâlâ çok seviyorum.
Genelde, sıkıldıkça hayaller üşüşüyor. "İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar" diyorum içimden.
Genelde yazı hayal ediyorum. Gelecekse güzel gelsin, uzun ve güzel sürsün istiyorum.
Genelde kahve içiyorum, ama unuttuğum oluyor bazen. Dehşete düşüyorum.
Genelde karmaşık rüyalar görüyorum ve detaylarıyla hatırlıyorum.
Genelde hatırlamak mutlu ediyor beni, her şeyin dimdik köşelere hapsolmadığının kanıtı.
Genelde teskin ediyorum.

Ara sıra teskin edilmeye ihtiyaç duyuyorum.
Ara sıra "yarın" geliyor aklıma. Heyecanlanmıyorum, korkmuyorum. Neden, belirsiz.
Ara sıra "Sen yaşlandın mı?" diyorum kendime. Daha çok gülüyorum toyluklarıma.
Ara sıra "On sekiz" diyorum yaşıma. "On dokuz" niye yabancı, bilmiyorum.
Ara sıra Oğuz Atay okuyorum. Korkuyu bekliyorum.
Ara sıra yazı fikirleri geliyor aklıma. Not alıyorum.

Hiçbir zaman not aldıklarımı yazmıyorum.
Bir kış daha geçiyor.

"Her şey köhne ama anaçtı. Kıştı işte."

Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz

14 Ocak 2012 Cumartesi

Biçki-Dikiş.

Flat,550x550,075,f_large
Korkuyorlarmış. Ayağa kalkmaktan, kimi yükleri sırtlanmaktan korkuyorlarmış. Ama insanoğlu uzun cümleleri sevmez, üşenir çoğu zaman. "Senden korkuyorlarmış" der geçer.

Benden korkuyorlarmış. Kalemden ürküyorlarmış. Oysa ben kalemimi kimsenin böğrüne saplamıyordum. Ben köşeme çekilmiş, kalemime yünler sarmış, örgü örüyordum. Upuzun atkılar örüyordum, üşüyen sarınsın diye. Kimse almazsa ben takarım atkıları, ne olacak, ben kendim için örüyordum. Ama korkuyorlarmış. Atkılar da insanı boğar diye korkuyorlarmış herhalde. Yine böğürlere saplanır her şey diye, sanki içinde saklanacak kıymetliler varmışçasına.

Şimdi ben çöpe mi atayım atkılarımı, kalkanlarımı ateşinizde mi eriteyim? Bacaklarım beni senelerdir pek güzel taşır, ama ben yere mi çökeyim şimdi, siz kaldırasınız diye? Hep Arnavut kaldırımı döşediniz ki sokakları ayakkabılarımız takılsın. Ama ben biliyorum doğru ayakkabıyla yürümeyi, olmadı yalınayak. Şimdi tahtırevanlar istememek kabahatmiş. Ama yok, zahmet edip de getirmeyin, ben oturmayacağım o tahta. Koşarken merdivende düşürmeyeceğim ayakkabımı. Çünkü gece yarısı olsa da kaçmıyorum ben buradan.

Ben atkı örüyordum ne güzel sakin sakin. Beni siz kaldırdınız yerimden, şimdi de siz üstüme çullanacaksınız. Olsun. Bütün bu Ben-Biliyorum Adamları, Kadınım&Edebiyatım Adamları, Ah-Sen-Çok-İyisin-Ama-Şurada-Hatalısın Neyse-Ben-Düzelteceğim-Seni Adamları, bütün bu Düşsen-de-Kaldırsak-Seni Adamları, bu Düşse-de-Sevinsek Kadınları, bütün bu Biçerdöver İnsanlar kötü geliyor ruhuma.

Ben ne yalnızım, ne yorgunum, ne de pasaportsuzum arzuladığınız gibi. Ben istediğiniz gibi size balondan savaşlar açmayacağım. Ama madem bu kadar biçiyoruz her şeyi, iyi tamam. Sakin sakin örmek devam etsin usul usul, biraz Biçki-Dikiş kursu başlasın artık. Yün yumaklarının yanında makas da var bu çekmecede. Ben kesip biçeceğim bana atılıveren kumaşları, yine onlardan güzel Kırkyamalar dikeceğim. Sizin korkularınızdan örtüler yapacağım sonunda, daha çok ürkeceksiniz biliyorum. Gece ilerlese de, komşular şikayet etse de pedalına basa basa gürültüyle çalıştıracağım bu dikiş makinasını. Çünkü biçerdöverlere karşı elimdeki tek makina bu. Ama sandığımızdan güçlüymüş, en güçlüsüymüş.

Şimdi en azından korkmak için kendinizden başka geçerli bir sebebiniz var.

9 Ocak 2012 Pazartesi

Mizaç.

Cebimden düşürmemeye uğraştığımdır çocukluk.
Yanak ve kitap 1992'den beri bizim işimiz.

2 Ocak 2012 Pazartesi

Yeniye bürünmüş bir eski.

Tumblr_lvp4ufesc21qjti7po1_500_large
Oldukça anlamlı olan yeni yılın ilk gününde ben anlamlı kelimeler döşemeye çalıştım beyhude yıllık yazılarına. Bazı anlamsız kelimelerse tüm absürdlükleriyle bir köşede durmayı sürdürüyorlar. "Yeni yıldan beklentiler" konulu yıpratılmış kompozisyonlara sığınmak gelmiyor bu sefer içimden. Geçen yıl ufacık bir hedef koymuştum kendime, gerçeğe döktüm, mutluyum. Yılbaşı zaten zahiri, yalnızca insan kendine gelsin diye bir fırsat, bir küçük alarm kendimize kurduğumuz. 2012'den isteğim, lütfen üstüme gelmesin, bana bir lise diploması, bir de üniversite öğrenci kimliği versin ve lütfen dünyamı yok etmeye karar vermesin.

Yıllığa yazdıklarımdan birkaç cümle seçmek geliyor içimden. Yazarı benim, alıcılar anonim kalsın.

"Nasıl olduysa, biz iki parlak renk, karışıp pastel bir tonda buluştuk seninle. İki kaya gibi insan, çarpıştıkça yonttuk birbirimizi. Bir de baktık ki parçalarımız birebir uyuşur olmuş. Beni senden, seni benden iyi anlayan yokmuş."

"Ben sırf adını çok seviyorum diye her cümlenin içine sıkıştırmayı sürdürürüm."

"Bilmiyorum şekerden bir ev var mıdır gerçekten, inanmalı mıyız masallara? Ne olursa olsun anılar var, şükredilen, şekerden de güzel kokan, unutulmayacak olan, hatta biraz da mucizevî." 

"Biliyorsun, romanlar bütünlük gerektirir, tek sayfadan kitap olmuyor. İnsanlar da öyle işte, yan yanayken daha anlamlı her şey, daha bütünlüklü, daha güzel. Benim kendi kısa romanımda da bir sayfa teşkil ediyorsun sen artık. Paylaştığımız onca şeyden sonra kısa bir cümleyle geçiştiremezdim ya seni."

"Ufacık bir dileğim var. Keşke sihir diye bir şey olsa."

Bu kadar oldu işte, insanları 12000 karaktere sığdırmak ne kadar mümkünse, o kadar başarabilirim bu işi ancak. Üstelik yazılacaklar bitmedi hâlâ, kalanlara ve hayata birkaç saat sonra devam edeceğim. Ama önce biraz uyku. Çok kelime taşıdım bugün sırtımda, hak ettim dinlenmeyi. 

"Her şeyin geçip gittiğine kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?"

Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz