26 Aralık 2011 Pazartesi

Zamanaşımı.

Tumblr_lv5czp16cj1qd1a5ko1_500_large
Bugün seninle uyandık. Aslında ben uyanınca, sen de uyanmış sayıldın. Hava soğuktu, üşütmekten çekindin. Bana kalsa yeni eteğimizi giyecektik, ama senin sözünü dinleyip pantolonumuzu ve çizmelerimizi giydik. Biraz çekidüzen verdik yüzümüze. Sen yine makyajımı silmeden uyudum diye kızdın, "Sonra ben uğraşıyorum o ciltle" diye söylendin.

Yola koyulduk. Ben müzik dinledim, sen biraz uyukladın. Şimdi dinlediğim şarkıyı duyunca sen hep beni anımsıyormuşsun, öyle dedin. Sen uyurken ben tarihi anımsadım sonra. Heyecan kapladı içimi. Aslında yalan söylüyorum, anımsamadım. Zaten kaç gündür bekliyorum bugünü, bana umut veriyor. Galiba sana biraz hüzün veriyormuş, yaşını ve yılların ağırlığını duyuyormuşsun. Yine de mutlu gibiydin. Sonuçta bizim günümüzdü. Hem anımsamak daha ziyade senin işindi.

Sevdiklerimizin yanına vardık sonra. Bana uzun uzun sarıldılar, güzel sözler söylediler. Sen bir kenarda bekledin, galiba seni görmediler. Güzel hediyeler verdiler bana, yün şapkalar, Küçük Prensli kolyeler, arayıp da bulamadığım kitaplar. Çantama gizlice mektup attı birisi, birkaçı dizeler armağan etti, bazıları aradı, bazıları uzak ülkelerden geldi. Ben hepsini büyük sevinçlerle kabul ettim. Benimle paylaşılan bütün güzellikleri aldım sakladım, paketledim, anılar dolabına yan yana dizdim. Sen sadece izledin. Umarım talan etmemişsindir o dolabı ben yokken, anıları hunharca buruşturup atmamamışsındır. Umarım seni bunu yapmaya mecbur bırakmamışlardır. Umarım sen öyle birine dönüşmemişsindir.

Böyle hüzünlü düşünceler yoktu elbet. Gülümsedik bütün gün yan yana. Ama benim gülüşlerim sana hafif bir hüzün veriyor, sezmediğimi sanma. Ola ki unutursan, hatırlatayım: Benim her günüm güzel değildir elbet, ama ben her günü alırım, çizerim, yoğururum, örerim, pastel renklere çevirir yazarım. Ben bütün o günlerden güzel bir buket yapmayı, upuzun sıcacık bir atkı örmeyi bilirim. Sen unuttun mu yoksa? Unuttuysan hatırla ne olur. Sen unutacaksan günlerini boyamayı, benim umut bulutlarım gökyüzünde yok olur.

Sahi, kim oldun sen? Kimi okuduğunu bilmiyorum. Bilmiyorum, acaba dizelerin, satırların bir köşede unutuldu mu? "Sevenin var mı" diyorum, yanıtlamıyorsun, yaşını bile söylemiyorsun. Neler var çantanda, omzunun üstünde göremediğim neler var, ben zorlanır mıyım onları sırtlanırken? Hâlâ atkılar örüyor musun günlerden, genişlettin mi anı dolabını? Renkler soldu mu, yoksa canlandılar mi gitgide? Dürbün duruyor mu? Kırıldı deme ne olur, dayanamam.

Yanıtlıyorsun, duyamıyorum. Duyamam, kurallara aykırı. Sen kuralları değiştirdin mi, oyunları baştan kurdun mu, kaleleri fethettin mi, merak ediyorum. Ama beklemem gerek, şimdi öğrenemiyorum. Sen benden daha sabırlı mısın acaba? İnadın azaldı mı? Saçını boyadın mı, kilo mu aldın yoksa? Ne iş yaparsın acaba, çocuğun var mı? Peki hayallerin var mı? Gerçekleştiler mi, azaldılar mı, silinip gittiler mi, yerlerine yenileri mi geldi? Şimdi gelsem, görsem seni, kendimi tanır mıyım? Değişmesem mi daha iyi, yoksa yepyeni bir sen, yepyeni bir ben mi, bilmiyorum. Kimbilir nerede okuyorsun bunu, kimbilir kim oldun, tahayyül edemiyorum.

Sen beni anımsıyorsun, ben seni tanımıyorum, ancak tahmin ediyorum. Böyle böyle geçiyor günümüz, ikimizin günü. Eve varıyoruz, anne babamızın kucağında buluyoruz huzuru. Tıpkı benim baktığım gibi bakıyorsun onlara, demek bazı şeyler hiç değişmiyor. Biraz sohbet ediyoruz, sen yine sessizsin, ama ikimizin de gözleri kapanıyor, görüyorum. Odama yürüyoruz. Biliyorum, yarın görmeyeceğim seni, yılda bir yapılan bir ziyaret bu. Ama ben unutmak istemiyorum, unutmanı istemiyorum. Senin, benim seni nasıl görmek istediğimi, kim olmanı istediğimi unutmanı istemiyorum. İnsanca bir unutulmama kaygısı içinde, alıyorum kağıdı kalemi, bu mektubu yazıyorum sana ve yarına. Özenle anılar dolabına yerleştiriyorum onu, biliyorum, illa okuyacaksın, illa düşüneceksin, muhakkak beni hatırlayacaksın. Işığı kapatıyorum, yatağıma uzanıyorum, uykuya dalmadan önce mırıldanıyorum: "On dokuzuncu yaş günümüz kutlu olsun.


"Siz insanlar, zamanı ölçmek için türlü türlü yollar buldunuz, ama bilin ki hayatın kendisi lotus çiçekleriyle ölçülür."
-Miriam Henke

15 Aralık 2011 Perşembe

Gök rengi.

Tumblr_ltdutpazyz1r27tuxo1_500_large
(Oğuz Atay'ın doğum günü de uçtu gitti. Bir ömürlük saygı duruşu.)

Öykü yazmamız gereken sınavın öncesinde yalvarırcasına yüzümüze baktı Edebiyat öğretmenimiz: "Arkadaşlar, mutsuz öyküler yazmak zorunda değilsiniz, biliyorsunuz değil mi?" Belli ki yormuşuz mutsuz metinlerimizle. Haklı elbet. Etrafıma baktım, gülen, eğlenen, yaşayan bir dolu yaşıt insan. Bir oda dolusu gençten nasıl katran karası yazılar dökülüyor hayret.

Yazmak derinlerde saklananı mı ortaya döküyor, çok mu iyi kamufle ediyoruz yalnızlıklarımızı? Yoksa elinde kalem diye tuttuğun şey, acılarını devleştiren bir büyüteç mi? Kendini mi boğar insan kendi satırlarında, belki de gereksiz yere? Yoksa, en basitinden, mutsuz bir edebiyatı icra etmek çok daha mı kolay? Basite mi indirgiyoruz biz kendimizi, kolay olsun diye mi tercih ediyoruz hüzünlü satırları?

Mutluluk sebeplerini sıralamak haricinde bir yol bilmiyoruz belki de, bu duygudan söz etmek için. Yalnızca mutluluktan söz eden bir edebiyat doğmuyor, doğamıyor sanki. Mutlu bir şeyler yazayım diye oturuyorum masaya, her yazılan çöpe gidiyor. Oysa mutsuzluğu taçlandıran yazılar omuzlar üzerinde. Arşivler grilerle dolu, bense uçuk mavi yazmak istiyorum bugünlerde, pek beceremiyorum. Alışık olmamaktandır belki de. Ben de hile yapıyorum biraz, hemencecik üstadlara sığınıyorum. Misal, Turgut Uyar, misal hep sevdiğim, en umutlu bulduğum şiiri Göğe Bakma Durağı. "Sırtımı yasladım birine, içim gök rengi" diye fısıldayan bir şiir olduğu için belki de. Şiir okuyalım öyleyse bugün.


Zaten her akşam on düzine insan burada toplanıp beraberce aklımı okuyoruz.

Göğe Bakma Durağı.

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yanab otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım.

Turgut Uyar

7 Aralık 2011 Çarşamba

Yediaralık.

Tumblr_lvr482yqmt1qm6onko1_500_large
"İçinde R harfi olan aylarda, hüzün yedi kat yükseliyor."

Yekta Kopan - Kediler Güzel Uyanır


Dışarıda hava mevsim normallerine dönerken, içeride normal yüzünden kıvranan birileri var.

Şarkılardan, insanlardan, hep aynı yemeklerden, birbirini kovalamayan ama tembelce yokuş aşağı paldır küldür sürüklenen günlerden, şekli bozulmuş yastıklardan, ağır çantamdan, ağır yükümden, saçlarımın şekilsizleşmesinden, yetişemediklerimden, yetişip de bırakmayı seçtiklerimden, benle değil bensiz doğru yürüyen şeylerden, değişen insanlardan, inatla değişmeyen insanlardan, hep aynı laflardan, aynı koridorlardan, aynı yollardan, aynı masalardan, aynı sabahtan, aynı geceden, hep aynı koltuğa oturmaktan, eskiyen duvar renginden, yorgun yüzlerden, yatak örtüsünden, okul dolabımın sarı renginden, yepyeni termosumun çizilmesinden, hissizleşmekten, beklentilerden, sorulardan, cevaplardan, her şeyin bir gemiye yüklenip uzaklaşmasından ve tekrarlanan akşamların suni ışığında aynı sorgulamaları yaşamaktan sıkıldım.

Kediler Güzel Uyanır bitti,
Yüzyıllık Yalnızlık bitmeye yüz tuttu, 
Bizim Büyük Çaresizliğimiz'e yeni başladım.

Kitaplarla beraber on sekiz yaşım da bitiyormuş üstelik, çok az kalmış, öyle dediler. Bense yorgunum. Şimdi kıvrılsam, uyusam, uyusam, uyusam. Siz beni tekrar tutku duyacağım bir durakta uyandırsanız. Tıpkı şiirdeki gibi.

Dağınık, yorgun, kararsız, küçük, günlükvari. Eski yazılarıma benzedi bu. Bu sefer bir şiir, bir de şarkı. Hatta bir tane daha.

Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam.

Melih Cevdet Anday

4 Aralık 2011 Pazar

Kış gelsin.

Tumblr_lqnay3btum1qb5d33o1_500_large
"Sonra Jose Arcadio Buendia'nın odasına girdiler, vargüçleriyle sarstılar, kulağına avaz avaz seslendiler, burun deliklerine ayna tuttular, ama onu bir türlü uyandıramadılar. Çok geçmeden marangoz tabut için ölçü alırken, pencereden baktıklarında, minicik sarı çiçeklerin yağmur gibi indiğini gördüler. Çiçekler bütün gece süren suskun bir yağmurla köyün üzerine yağdı. Bütün çatıları örttü, bütün kapıların önüne yığıldı ve dışarıda yatan bütün hayvanları soluksuz bırakıp öldürdü. Gökten öyle çok çiçek yağdı ki, sabahleyin sokaklar kalın halılar döşenmiş gibi oldu ve cenaze alayının geçebilmesi için çiçekleri küremek zorunda kaldılar."

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez 

Tıpkı burada anlatılan suskun çiçek fırtınası gibi kar yağsın istiyorum. Kış geliyor gibi yapmasın. Gerçekten gelsin. Delice kar yağsın, evlerimizden çıkamayalım. Ama öyle hoyratça değil, sessiz sessiz, rüzgarsız, ama bol bol yağsın. Kar gürültüleri emsin, alışık olmadığımız sessizliği dinleyelim. Ne olur artık başka şeyler duymayalım. Biraz da hiçliği duyalım penceremizde. Çünkü aklımın derinlikleri ağrıyor artık. İçimin.

Sahte kışlar sürerse, bir süre daha esaslı yazılar yok ufukta.