Hafif bir kahvaltı, zaten bu mevsimde yediğim her şey hafif. Sonra mutfak masasında huzurlu saatler. İnsan bir tahta masayı da böyle içten sevebilirmiş meğer, bahşettiği duygular için minnet duyabilirmiş. Kitaplarla saatler, aynı anda açlıkla ve hevesle devrilen sayfalar. Beraber okunan Elif Şafak, Oscar Wilde ve Kenzaburo Oe. Henüz tamamlayamadığım upuzun bir kitap listem var, derhal bitirmem gereken. Ama bu sefer başka. Koştura koştura okunan zoraki kitaplar değil, yavaşça, sakince, neredeyse bilgece bir çabayla.
Bu sefer başka, gerçekten. Daha iyi demiyorum, ama başka. Aynada gördüğüm o kız başka, satırlar başka, eller başka, duvarlar başka, melodiler başka. Yalnız gözler aynı. İyice bir düşün, biliyor musun rengini? Biliyor musun renklerimi, ezberledin mi beni? Aklındaki beni bırak, mevcut beni öğren artık, eğer birini öğrenmek diye bir şey mümkünse.
Parmaklarım takip ediyor kelimeleri, ben engel oluyorum. Bazı şeyler yalnız Franz'a kalmalı, hatta kimileri onun diline bile düşmemeli. Bazı satırlar geceyle beraber yok olmalı. Artık bazı dizelerin altı çizilmemeli. Satırları seviyorum, ama öğrendim, onlarla bir yere varamıyorum. İçki gibi bir şey bu yazmak, kendi derdinde yolunu kaybettiren, aynı anda o derdi unutturan, yokluğunda aratan, alışkanlık yapan. Öyleyse ben o kadehten artık korkuyorum. En aklı selim olmam gereken zamanda beni ele geçirmesinden ölesiye korkuyorum yazılan ve söylenen kelimelerin. İşte tam da bu yüzden her şeyden elimi ayağımı çekiyorum. Lüzumsuz iletişim kaynaklarını teker teker kapatıyorum, bozulan telefonumu tamir ettirmeyi sürekli erteliyorum. Elim varsa blogu da kapatırım da, işte o işlenebilecek en büyük günah gibi geliyor, o yüzden yalnız onu kapatmayacağımı biliyorum.
Bu tülden dünyadan yalnız akşamüstleri çıkıyorum. Hani gündüzün akşama kavuştuğu o saatlerde. İki sevgilinin yeni yeni birbirine alışması, hiçbir hatayı görmeyişi, yalnızca sevmeye kaptırışı kadar güzel saatler. Hani onların mutluluğunun etrafa yaydığı hafif esinti, saçtığı ışık ve rahatlatıcı serinlik indiğinde çıkıyorum dışarıya. Bazen yalnız pencereye. Böyle saatler için yaratılmış şeftali çayı var genelde fincanımda. Eğer dışarıdaysam, rahat, uçuşan kıyafetler, sade sandaletler var. Kalabalık yerlere gidince gördüğüm telaş bana biraz anlamsız geliyor bugünlerde. Zaten çoğu şey öyle. Gördüklerim, tanıdık ya da tanımadık, yalnızca dudağımda ufak bir kıvrılmaya sebep oluyor artık. Bazen hafifçe memnun, bazen yalnızca alaycı bir kıvrılma bu. Her şekilde büyük duygular yok, sakin duygular var bende.
Yine de o gördüğüm telaşa biraz minnettarım, biraz içimi rahatlatıyor. Çünkü yaşadığım dünyanın sonsuza dek sürmeyeceğini biliyorum, bu bittiğinde kollarına dönecek bir yer olduğunu bilmek her şeye rağmen güzel. İstanbul'un telaşı bana biraz ana kucağı.
Eve dönünce, gece inince, güzel filmler seyrediyorum. Uzun aylardan sonra, hatta geçen yazdan beri ilk defa ilgim dağılmadan film seyredebilir oldum. Aklım dağınıkken filmlere odaklanmakta güçlük çekerim çünkü. Av Mevsimi'ni izledim, ilginç bir Sırp yapımı olan Satılık Gözyaşları'nı, Vicky Cristina Barcelona'yı, Marilyn'in güzelliğine hayran bıraktıran Bazıları Sıcak Sever'i. Eğer rastlarsam Shameless'i seyrediyorum, hatta ailece izliyoruz, gece gece güzel güldürüyor insanı.
İzleme seansı bittiğinde, dinleme vakti geliyor. Şairleri, şarkıların dilinden anlayanları, eninde sonunda da kendimi dinliyorum. Franz'a ve şiirlere dönüyorum. Gece okunan şiirler, karanlıkta çalan şarkılar özetliyor her şeyi.
Her şey çok çok iyi de, işte o günlerin sonunu bağlamak zor benim için. Yazıların sonunu bağlamak güç. Hiçbir şeyin sonuna nokta koyamıyorum kendimden emin bir vaziyette. Bu yazı burada bitsin diyemiyorum. Çünkü inişlerin çıkışları nettir, büyük cümleler ünlemlerle biter. Ama düz bir çizginin sonu belirsizdir, uzar gider. Sakin bir cümlenin noktası siliktir. Benim hayatım bu aralar sakin, ama üç noktalı; her şey pudra rengi, ama belirsiz. Belki bir fırtına öncesi sessizlik bu. Bilemiyorum. Korkmuyorum. Daha hazırım her şeye, öte yandan hiçbir şey bilmiyorum. Hiçbir şey tatmamışlığın masumiyeti ile görmüş geçirmişliğin kendinden emin hali arasındaki o rahatsız edici çizgideyim aslında.
Sonunu getiremediğimde bazı şeylerin, bazen Regina Spektor'a sığınıyorum, "Apres moi le deluge, after me comes the flood" diyor: "Benden sonra gelir sel." Olmazsa sert bir dönüşle Ahmet Kaya'ya geçiyorum "Ellerimi tutmadın ya, yatamam geceleri" diyor. Sonra Sezen dinliyorum biraz, "O sahil, o ev, o ada, o kırlangıç da mı küs bana?" diye mırıldanıyor. Orada bile kararsız gibiyim, sağdan soldan çalıyorum, kendime katıyorum.
Şiirler yazıyorum, bak işte bir tek onların sonu belli, ama paylaşamıyorum, çünkü biriktiriyorum, bir şey için saklıyorum, bir yer ve zaman için. Cümlelerime güzel sonlar bulamadığımda bir Attila İlhan armağan ediyorum -yalnızca yeni başladığımız ayın ismini taşıdığından seçildi bu sefer- üstada sığınıp okurlarımdan belki de sakince ve sadece anlamalarını bekliyorum.
Ağustos Çıkmazı
Beni koyup gitme n'olursun
Durduğun yerde dur
Kendini martılarla bir tutma
Senin kanatların yok
Düşersin yorulursun
Beni koyup gitme n'olursun
Bir deniz kıyısında otur
Gemiler sensiz gitsin bırak
Herkes gibi yaşasana sen
İşine gücüne baksana
Evlenirsin çocuğun olur
Beni koyup gitme n'olursun.
Attila İlhan
1 yorum:
"Hiçbir şey tatmamışlığın masumiyeti ile görmüş geçirmişliğin kendinden emin hali arasındaki o rahatsız edici çizgideyim aslında."
Yorum Gönder