İki sabah önce arabayı çarptım. Yeni yeni ve her zamanki gibi herkesten geç öğrenmeye başladığım bu beceriyi, bir Cuma sabahı çitlere saplanarak parçaladım, ya da en azından bereledim. Geç kalmak benim ömrümün rengi olmuş sanki. Bir yerlerde tanımadığım bir büyücü, bana bir muska yazmış da saatime iliştirmiş gibi. Sanki günlük hayatın mantıklı akışına dur diyip atalarıma kulak versem, bir mola verip herkesten gizli saklı kurşun döktürsem, o buruşuk alüminyum görünümlü element akrep ve yelkovan şeklini alacak, kulaklarımı sağır edercesine "Tik-tak! Tik-tak!" diye bağıracak. Kazanamayacağım bir maratonu koşuyor, asla bitmeyen bir düelloda savaşıyormuş gibiyim. Anlara yetişemiyorum. Tecrübelere, son başvuru tarihlerine, görüşmelere, saatlere, günlere yetişemiyorum. Bir metro istasyonunda önümden duraksamadan geçen vagonların rüzgârında uçuşuyorum, üstelik istasyonun kirli havasını bir bahar rüzgarı sanıyorum. Geçen yıllara inanamıyorum, her şeyin ve herkesin ne kadar geride ve uzakta kaldığına inanamıyorum, sanki zaman ve mekan varoluşumuzun en temel iki taşı değilmişçesine, zamana inanamıyorum.
İki vakte kadar, bakışımı bir anlığına gittiğim yönden ayırmış bulundum. Önümden kayıp giden ufacık parçaları tutmaya çalışırken kendimi saçma bir enkazın içinde bulundum. Üstelik enkaz bile değil, biraz destekle tekrar yürüyebilecek, biraz onarımla ayağa kalkabilecek bir yığın yalnızca. Belki de böylesi daha zor. Ardında enkazlar bırakıp koşarak uzaklaşmak çok daha kolay geliyor. Başkalarının kaldırıp atacağı, bir faraşla süpürüp unutacağı yığınlarla uğraşmak çok daha evla belki de. Yarım enkazın başında durmak, yaralarını sarmak, yamalar yapmak, ordan burdan bulunmuş parçalarla onarmak ne kadar kuvvet istiyor. Aksayarak da olsa devam etme lüzumluluğu insana nasıl da şiddet uyguluyor. Her gün bir parça daha koymak, her akşam tabağından bir lokmayı içindeki devam etme arzusuna ayırmak, hız problemlerindeki gibi A noktasından B noktasına altı saatte ve tek seferde gidilmeyeceğini anlamak ne kadar zor, ne kadar acı. Yaşamanın çoğu zaman ya koşmak ya da bulunduğun yerde paramparça olmak değil de, koltuk değnekleri ile ağır aksak ayakta durmak olduğunu anlamak ne kadar da uzun sürüyor. Zaman, burada da insanı tokatlıyor, yoruyor.
Zamana alışmaya çalışıyorum. Eski enkazlara alışmaya çalışıyorum. Hayata alıştıkça, yaşamanın çoğu zaman vasata talim olduğuna alışmaya çalışıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder