Günlerdir yazma niyetiyle dolaşıyorum, ama kalemi elime aldığımda boş bir sayfadan öteye gidemiyorum. "İlham gelmiyor, yazamıyorum" diyorum kendime. Aslında yalan. Daha doğrusu, bahane. Ben aslında yazmıyorum. Kendime yazma izni vermiyorum.
"Yazmak kendini derin kuyulara bırakmayı gerektiriyor" demiştim aylar önce. Sonra da kendimi bırakmadan, kontrollüce gezip yazabilmeyi dilemiştim o kuyuda. Meğer öyle bir şey olmuyormuş. Arada olmak diye bir şey yok. Düşüyorsan kuyuya, yarı yoldan dönemezsin. Dibe çarpmaktır düşmenin farzı. Yolunu bilerek kaybolmak diye bir şey olamaz. Kayıpsan, kayıpsındır. Hem en fenası kendi içinde kaybolmaktır, çünkü elinde bir haritan bile yoktur geri dönmek için.
İnsan nasıl güçlü, hayret. Her düşüşte omurgasını tuz buz edip sonra yine birleştirmeyi başarıyor. Ama defalarca mahvetmek o omurgayı, sonunda felç olmak demek. Bir müddet sonra bu riski alamıyor insanlar. O yüzden D.'nin söylemiyle "'Ben lisedeyken kompozisyonum çok iyiydi' kadınları ve adamları" ortaya çıkıyor. Bu yüzden yirmisine dek şair olanlar, bir anda mühendis olup şirket köşelerinde yitip gidiyorlar. Gençken herkes aptalca cesurdur, korkmaz hissetmekten ve sormaktan. Sonra o iğneler içine battıkça, yorulur, bıkar, korkar. Uyuşturulmuş filan değildir kimse, herkes bilinçli biçimde hissizleşmeyi seçer.
Hissizleşmemeyi seçenler, bazen de beceremeyenler vardır. Güçsüz derler onlara, bazen tutunamayan derler, ama aslında cesaret işidir bu biraz. Herkes unutmayı seçerken hatırlamak aslında bir güç ispatıdır belki de. Alışmaktansa sormaya devam etmek neden güçsüzlük olsun ki? En korktuğum kelime bu: alışmak. Gitmelere, bitmelere, silmelere, es geçmelere, yitirmelere alışmak. Öğrenmek başka, alışmak başka. Öğrenmek olgunlaşmak demektir, alışmak sıradanlaşmak. Biz ikinciyi birinciyle karıştırdığımız, daha doğrusu kolaya kaçıp yeğlediğimiz için parça parça yıkılıyor bu dünya, anlamını yitiriyor.
Alışmadım hiçbir şeye, alışmak istemiyorum. Ne yükselen seslere, ne de sevgi sözcüklerine; ne gelişlere, ne de gidişlere alışmak istemiyorum. Hissizleşmek, hislerimi köreltmek istemiyorum, ama yerinde saymak da anlamsız. "Dünya nasıl olması gerekiyorsa, öyle. Kendi kendini kurtarmayanı hiç kimse kurtaramaz" diyordu Tezer Özlü kitabında. Doğru. Bu düzen böyle. Alış demiyorum ama anla. Hissizleşme ama büyü. Elden gelen bu. Çocuk yanını ezip öldürmeden sorumlulukları sırtlanmayı öğrenmek belki de "tutunmuş ama uyuşmamış" bir insan olmanın tek yolu.
Biraz da böyle denemek istiyorum ben. Duyguların ardından koşmak, hatta sürüklenmek ve berelenmek de insan ömrünün bir parçası. Ama çoğu zaman unutuyoruz ki, asla tek parçası değil. Aileden, arkadaştan, sevgiliden, dosttan yaralanır insan, bu kaçınılmaz. O yaralar bazen hızlı bazen yavaş, ama bir şekilde iyileşir. Bazen izi kalır, hatırlatır. Hatırlatır ki tekrar aynı yolda tökezleme, kemiğini aynı yerden kırma, aynı taşa takılıp düşme. Tek bir yara izinde kalmak ancak aptallıktır. İnsan vücudu baştan ayağa açık yaralanmaya. Senin yeni yollarda yeni şekillerde yaralanman gerek. Deşecek yeni bir yer bulmalısın sen. Çünkü yaralanmadan koşmaktır aslında en büyük acı.
Hislerin baharı ve yazı tükendi, duyguların hükümeti devrildi. Biraz da düşüncenin saltanatı hüküm sürsün istiyorum bedenimde. Nicedir ihmal ettiğim öğrenmeye, bilmeye ve nitelikli düşünmeye olan açlık şimdilerde kendini duyuruyor. Aynı şeyleri yineleyen kız oldum fark etmeden, bundan da memnun değilim artık. Bana yeni bir şeyler gerek. Nasıl koşuyorum ölesiye, soluyacak yeni bir hava lazım şimdi. Gelirgeçer hislerin genelgeçer ifadesi değil, bana yabancı yepyeni sular lazım, öğrenmenin ve olgunlaşmanın bir diğer parçası. Ama asla alışmanın değil.
Dünya nasıl dönüyor düşünsene, nasıl uyumlu Güneşle. Bir yanı hep aydınlık gezegenin, ama asla aynı yanı değil. Zaman geçip gün döndükçe yeni bir yer aydınlanır, mevsimler döndükçe bir başka yer ısınır. Tek bir kıtayı aydınlatmak için durursa dünya, hayat biter. Ağustos sona eriyor, mevsim dönüyor, yaz bitiyor. Edebiyatın baş harfini ve tınısını paylaşan Eylül geliyor şimdi. Ben hâlâ seviyorum Eylül Akşamı şarkısını, yine mırıldanacağım eve doğru yürüdüğüm bir akşamüstünde. Ama tek şarkıyla geçmez ki ömür, harcanmış olur. Artık Eylül'e dair yeni bir şeyler öğrenmek istiyorum ben. Hem söz veriyorum, bu sonbahar uğraşıp yağmuru da sevmeye çalışacağım.
Hayat upuzun bir sohbet gibi. Daima konuşan taraf olamazsın. Bazen için şişer, dolusundur hislerle ve düşüncelerle. Anlatırsın geceler boyu, yazarsın, bağırırsın. Sonra o evre biter. Sen sıranı savarsın. Bu sefer susarsın, dinlersin, anlarsın. Depolarsın, ta ki sıra tekrar sana gelinceye kadar. Uğraşırsın, tekrar konuştuğunda yeni ve anlamlı bir şeyler söyleyebilmek için. İşte ben ikinci evreye geçtiğimi seziyorum şimdilerde. Hani gezersin bütün gün, sonra göklere akşam iner, yorulursun. Harika şeyler yaşamışsındır belki, ya da ömrünün en kötü günüdür. Her iki durumda da eve dönersin. Isınırsın, yıkanırsın, uyursun, ertesi sabah tekrar çıkmak için enerji toplarsın.
İşte ben eve döndüm, kendime döndüm. Pencerede yeni bir mevsim var şimdi, hafifçe başlayan rüzgârıyla insanı ürperten, ama eskisinden de dinç hissettiren. Kendime yatırım yapıyorum ben bu mevsim. Kimsenin hiçbir şeyi olmaya takatim de arzum da yok. Kendimin evi, yoldaşı, aşçısı, öğretmeni, öğrencisiyim. Benden bir iki yaş küçük bir arkadaşım benden hayata dair bir öğüt istemişti, ben de "Hayatta güvendiğin, varlığından memnun olduğun insanlar olsun, ama asla onlara bağımlı olma." demiştim. Belki de verdiğim tek doğru öğüttür bu. Kendini kendinle tanımla sen, sıfatlar uçar, yalnız ismin kalır geriye. Ölürken bile böyle bu.
Kendi kendine konuşurken bağırmaya lüzum yok, fısıltı da yetiyor. Bu yüzden benden az ses çıkarsa bu mevsim, şaşırmayın, kızmayın, bittim sanmayın. Ben aslında tekrar konuşmak için biriktiriyorum şimdilerde. Franz'a yazıyorum, o da kısa kısa, bir de öğüt üzerine yeni öğrenmekte olduğum Osmanlıca sözcüklerle beziyorum onu. Eski mevsimin modası geçmiş şarkısı değil, yeni günlerin yeni bestelenen ezgisi var önümde. Ben her şeyi, eğer haddimeyse, anladım ve affettim. Şarkıda da dediği gibi, işim yok savaşlarda boyalarla gözlerimde. Pişmanlık ya da kızgınlık yok kimseye ve hiçbir şeye karşı. Dilerim benim hesabıma başkalarının düşüncelerinde de böyledir durum. Sürç-i lisan ya da sürç-i kalp ettiysek, affola.
Kısacası, ben bir görünüp bir kaybolurum şimdilerde, ama hep varım. Bildiklerim cebimde, öğrenceklerim önümde, Franz her daim yoldaşım, yazmak hep aklımda. Bir de sınav var aradan çıkarmaya çabaladığım. Siz gitmeyin, er ya da geç döşenir buralar yeni sözcüklerle. Bu şarkıdan geçtim artık, duvarlarımı yıkıp bu şarkıya gelmeme ise daha uzun bir yol var. Belki biraz bu şarkıdayımdır, bolca da şu şarkıda. Şimdi biraz Yüzyıllık Yalnızlık okuyacağım ismine ve hislerime uygun olarak. Bir de şu dizeler dönüp duracak aklımda:
"Yan yana gelmemiz bile bizatihi günahtı
Sen Havva'ydın ben elma, Adem o ara müphem
Mutluluk sandığımız şey nevrotik bir bozukluk
Eskiler nevrotiğe ne derdi hiç bilmem.
Çoksa da telaşa mahal alınma sen üstüne
Hint keneviri stokum epeyce idare eder
İyi kızlar cennete kötü kızlar her yere
Kalbi kırık adamlar cehennemin dibine gider."
Ali Lidar