31 Aralık 2010 Cuma

Yeti ile Geçen Yıl*

*Harry Potter sevip başlığı anlayanları öpüyorum.
Adettendir. Bakalım bu yıl neler yapmışız:

Ocak:
Yeni yıl heyecanı. Yeni yeni defter tutmaya başlamıştım o zaman.
Finaller. Hiç hoş değildi.
Hollanda. Dünyanın en keyifli konferansı. Irish pub'da fare görüp çığlık atmak, S ile aynı odada kalmak, Amsterdam'da kar yağarken sokakta deli gibi kavga edip ağlamak, Lahey'de İslam Derneği önünde fotoğraf çektirip adamlar ortaya çıkınca çılgın gibi koşmak.
Geri gelmeyecek günleri çok özledim.

Şubat:
Arkadaşlarla başlayan  Hollanda macerası anne babayla Brüksel'e geçip devam ediyor.
Yüksek tavanlı Belçika evlerinde koltukta battaniye altında kocaman pencereden dışarıyı seyrederek uyumak, yıllardır merak ettiğim Atomium'u şans eseri görmek (Secret diye bir şey var gerçekten de), Belçika sahaflarını gezmek, Fransızca bilmemenin sinirini yaşamak, Tenten dükkanını gezmek, üşümek, evi özlemek.
Yine okul. Muhteşem Gatsby'i okumak, çok beğenmek.
Yeni bi konferans. Bu sefer İstanbul'da. Biraz çileden çıkmak ama sonunda çok eğlenmek.

Mart: 
Kendimi kaybettiğim saçma sapan günler. Hastalık, evde sürünme dönemi. Coğrafya denen kabus. 
Yine de kendince mutlu olmak
Yaz okulundan gelen burs haberi. Gitsem mi gitmesem mi ikilemi. Gitmeye karar vermek.

Nisan: 
Hayatımda ilk defa kısa saç. Sevdim bunu.
Yine konferans. Bu sefer bizim. Çok çok çok eğlenmek, kendini önemli bi insan zannetmek. Düşündükçe yine mutlu olmak.
Glee izlemeye başlamak. Ayaklar yine hafiften havada. Güzel şarkılar, ısınan hava.
İlk ciddi diyet kararı.
Kendi defterimden direkt alıntı: "Hayat sıradan oldukça daha çok huzur buluyorsun ve en ufak şeyler bile çok mutlu ediyor. Uzun lafın kısası, eğer '17 yaşımda nasıldım' diye merak ediyorsan 'Sade ve mutlu bir hayatım vardı' diyebilirsin."

Tumblr_ldoxqsofnz1qbcepio1_500_large
Mayıs:
Çok net hatırlamıyorum. Kendi içinde mutlu ama özelliksiz bir ay. Güzel hava ile bahar sarhoşu olmak, konsantre olmakta zorlanmak. Naz'ın yaptığı papatya taçları.

Haziran: 
Yine final. Güzel sınıfıma şirin bir veda. "Oley bu sene de bitti" temalı bir iki kutlama ve parti.
En sevdiğim iki insanın doğum gününü kaçırdığım utanç verici gün. Hala içimde yaradır.
Alışveriş alışveriş alışveriş ve panik. Giderayak vazgeçmeye çalışmalar.
Uçağa bin. Amerika'ya ayak bas.

Temmuz:
Bütün ay Amerika. Dünyanın en güzel zamanları.
New York'u görmek, en sevimli insanlarla bahçede oturup saatlerce sohbet etmek, sevdiklerimle bol bol Skype, Boston'da alışveriş deliliği, Ben&Jerry's, rollercoaster, her şeye rağmen kütüphane, okyanusta donarak yüzmek, annelik etmek, meyveli buz yemek.
Her şeye rağmen evi ve yalnızlığı özlemek.
Ayrılırken manyaklar gibi ağlamak ve dünyanın en depresif dönüş yolculuğu.
Unutulmayacak zamanlar. Hala gözlerim dolar.

Ağustos:
Adaptasyon süreci. Çoğunlukla geçen ayı özleyerek geçen haftalar.
Çok fazla okumak ve seyretmek. 
Tumblr'a geçiş hevesi, sonra vazgeçmek.
Yavaştan eski hayata dönüş. Dersane başlar.

Tumblr_ldx8jf4run1qfzzcjo1_500_large
Eylül:
Eski dostum okula dönüş. Eski dostlarıma da dönüş.
Blog bir yaşına girer.
Hafif yağmur altında Ortaçgil konseri.
Gerçekten sözünü tutup çalışkan çocuk olmaya başlamak.

Ekim:
Hala çalışkan bir çocuğum. Mutfakta yemek yapma merakı. Benim için büyük, insanlık için küçük olaylar.

Tumblr_ldiw24flmj1qd9wcto1_500_large
Kasım:
J'adore toplantıları. Kendine geliş. Minik mutluluklar.
Dünyanın en güzel kitap kulübüyle yola devam. Çok okumak. 
Hala çalışkan bir çocuğum.

Aralık: 
Devam eden hayat. Eğlencesiz keyifsiz bir 18.
Hafiften mutlu, monoton ama işte en azından tanıdık bir hayat.
Hala çalışkan bir çocuğum. Daha az çocuk olduğumu seziyorum.
Kararlarım var.

"Time it was, and what a time it was, it was
A time of innocence, a time of confidences
Long ago, it must be, I have a photograph
Preserve your memories, there's all that left you." 

29 Aralık 2010 Çarşamba

Hayır dediğin ölçüde özgürsün.

"Distopya" denen bir kavram var. Yani hatalı ütopya. Mükemmel görünen ama korkunç olan, sözde ideal, gerçekte dehşet veren düzenler.

George Orwell'den 1984 meşhur bir distopya romanıdır örneğin, ya da Margaret Atwood'dan The Handmaid's Tale. Mutlaka okunmalı ikisi de. Ama okumakla kalmamalı, düşünmeli.

Biz bu hafta derste V for Vendetta'yı izledik. Ve bu hafta Türkiye'de fizy kapandı. Ve ben bu hafta çok düşündüm.

Ben korkuyorum artık her distopya okuyuşumda/izleyişimde Türkiye'ye daha çok benzetmekten.
Korkuyorum, çünkü kimse fark etmiyor. Kimse bilmiyor ki bir gece aniden kapımızdan silahlı adamların gireceği bir devrim olmaz hiçbir ülkede. Gerçek değişiklik adım adım yapılandır. Sen her göz yumduğunda adım adım yürürsün kendi uçurumuna.

Ancak Facebook kapandığında isyan edeceksen örneğin, sen zaten o görünmez silahı ateşleyenlerden olmuşsun. Belki yasaklı sitelere proxyden giriyorsun şimdi, ama bilmiyorsun ki oraya ulaşıp ulaşmamak değil amaç. O kapılar kapandıkça, sen açmayacaksan da zorlayacaksın. Nefret bile ediyorsan o yasaklanan yazardan ve onun fikirlerinden, o adamın hakları için yollara döküleceksin mesela. Çünkü konuştuğunuz ölçüde varsınız ikiniz de.

"Fikre kurşun işlemez" diyor V for Vendetta'da. İşlemez, ama bir fikir gerekir önce, özgürlük hakkında düşünecek insanlar gerekir. Bu ülkede neyin neden böyle gittiğini düşünmek gerekir. Ve bizi kurtaracak bir adam gelmeyeceğinden, bunu bizim yapmamız gerekir.

"Hatırla, hatırla, 5 Kasım'ı unutma."

(Fizy neden kapandı diyorsan: http://ercanyaris.com/blog/)

26 Aralık 2010 Pazar

Beni hemen geri götürün.


Teyzem bana guguklu saat gönderdi. Doğum günü hediyem.
Artık 18 yaşındayım. Ne heyecanlıyım, ne mutluyum, ne hevesliyim.
Özgür filan olmuyorsun öyle, hayat tüm saçmasapanlığıyla akıp gitmeyi sürdürüyor. Sekizinci rengi görmüyorsun yani.

Guguklu saat bilinçli bir seçim miydi, yoksa ben fazla mı şiirsel bakıyorum hayata bilmiyorum. Ama sanki zamanın nasıl aktığını hatırlatmak için gönderilmiş bu hediye:
Sarkaç sürekli sallanıyor, vaktin aktığını fark et.
Sen ne yaparsan yap her saat başı o kuş ötüyor, zamana karşı güçsüzlüğünü hatırla.

Artık 18 yaşındayım ve hiç heyecanlı değilim.
"Dancing queen, young and sweet, only seventeen" değilim.
Artık çocuk olduğumu iddia edemeyeceğim.

Artık 18 yaşındayım ve şimdiden küçülmek istiyorum.

İyi ki doğdum mu?

20 Aralık 2010 Pazartesi

Beni o limana çıkaramazsın.


Etrafımdaki istisnasız herkesin küçük/büyük çaplı depresyonlara girmesi, beni terapist edinmesi,
Bunun üzerine benim akıl sağlığımın da ilk vapura atlayıp kaçması sonucu düşünemeyen,
Ya bi şeyler yetiştirmeye çalışan ya da ebleh ebleh gülen bir yaratığa dönüştüm. (Tespit 24: Gülmekle mutlu olmak ilgisizdir, hatta kimi zaman ters orantılıdır.)

Yoruldum. Sıkıldım. Bu hafta 18 oluyorum, kutlamamı bile erteledim. İşin kötüsü ne oldu da böyle oldu hiç bilmiyorum.

Teselliyi ise aranjman şarkılarda arıyorum.

"Yürüyelim yeniden silinmemiş izlerden
Deniz kumsal sevinsin"

Kumsaldaki İzler - Juanito

17 Aralık 2010 Cuma

Mutfak faresi.


Yarın sanat tarihi sınavı var. Ben yine mutfağa sığındım.
Ezber gerektiren derslere en güzel mutfak masasında çalışılır. Hatta bana kalırsa evin en güzel köşesi mutfaktır.
Yemek yendiği için değil. Dolapların renginden mi, ufak olmasından mı bilinmez, başka odalardan daha sıcaktır mutfak.
Bir de kahve/çay dolu The Beatles mugı varsa, alt edilmeyecek sınav yoktur.

İşin ilginç tarafı, aslında alt edilmeyecek sıkıntı yoktur. Tamam klişe ama her şey bir şekilde geçiyor işte. Hayatımız bir olaya, bir kişiye, bir sonuca bağlı değil. Ölüyorum zannediyorsun, mahvoldum diyorsun, ama atlatıyorsun.

Her ne kadar The Beatles'ın en kötü 10 şarkısından biri seçilse de, şu konuda haklıydılar:

"Ob-la-di ob-la-da, life goes on, bra
La la la, life goes on."
Ob-La-Di Ob-La-Da - The Beatles

İnanması güç olsa da, hakikaten devam ediyor.

12 Aralık 2010 Pazar

Haluk, öhöm yok Şekspir Müzikali.



11 Aralık 2010 günü tarihe altın harflerle yazılmasa da en azından not düşülsün isterim.
Çünkü ben o gün dünya gözüyle Haluk Bilginer'i gördüm.

Büyük aşkımıza rağmen bir türlü oyununa gidememiştim Haluk'un. Utanıyordum da bundan, ne yalan söyleyeyim. Sen o kadar bayıl adama, kalkıp tiyatrosuna gitme. Neyse sonuçta gittim. Duygularıma gelirsek:

SIFJASIOGNSGUOSDBNGUODSNHFOSJDOIHJWANGOIAEJNGMPISĞJGNPFISHNFOHGFOAIGH.
Öhöm, evet.

Bütün gün heyecanlıydım zaten, hatta iki haftadır geri sayım yapıyordum. Ama perde açılıp da Haluk belirince çok mutlu oldum be okur. Çok. Hem L. hem Angie iki omzuma yapıştılar zaten heyecanımı paylaşarak. Hani utanmasam kalkıp "Ben bu adamın hastasıyıııııım!" diye bağıracaktım.

Oyun iki saatten uzun sürüyor ve tamamen müzikal. İşin daha da güzel yanı, hiç yeni söz ya da diyalog eklenmemiş. Shakespeare'in "Size Nasıl Geliyorsa" (As You Like It) oyunundan alınan meşhur "Erkeğin Yedi Çağı" (The Seven Ages of Man) konuşması üzerine kurulu.

Bebeklikten ölüme kadar yaşanan yedi çağ sadece Shakespeare'in oyunlarından alınıp Türkçe'ye çevrilen kısımlarla anlatılmış. Üstüne üstlük hepsi de şarkılaştırılmış ve MÜKEMMEL olmuş. Çevirileri sadece Haluk ve ekibinin yaptığını eklememe gerek yok herhalde.

Haluk ve dört dişi soytarısı sürekli atlayıp zıplıyorlar ve seslerinde en ufak bir titreme olmadan sürekli şarkı söylüyorlar. Sahnenin her bir milimetresi zekice kullanılmış, çok bahsetmeyeyim gidip görün, ama izlerken şaşırıyorsunuz "Bunu nasıl yaptılar?" diye. Hem de öyle büyük bir teknoloji filan yok ortada. Sırf zeka işi.

Soytarıların da hakkını vermek lazım. Oyunun yükü Haluk'tan çok onların omuzlarında bile denebilir. Çok enerjik, çok başarılı ve düşünebileceğinizden çok daha cüretkarlar.

Bir miktar Sheakespeare bilenler daha çok eğlenecektir şüphesiz. "Shall I compare thee to a summer's day" (18'inci sone) Türkçe olarak duyulunca çok hoşumuza gitti mesela, oyunları hatırlayıp yakaladıkça gülümsedik. Hatta Haluk aşka gelip İngiliz aksanıyla "Is this a dagger which I see before me" diye bağırınca mest olduk denebilir.

Çok konuştum. Haluk'un oyun hakkındaki güzel açıklamaları için buraya tıklamalsınız bence.

Yazının anafikri: Gidin görün işte be. Bol miktarda Shakespeare, Haluk, güldürü, Haluk, şarkı, dans, Haluk, Türkçe müzikal, Haluk. İstanbul'da bir Cumartesi akşamı geçirmek için daha güzel bir yol düşünemiyorum.


ÇOK MUTLUYUM BE BLOG!

8 Aralık 2010 Çarşamba

Tespitler.

Hayattan tespitler no. 223: Şarkılarda hep tek bir insandan bahsedildiğini düşünüyorsan, gönlünü kaptırmışsın.

Hayattan tespitler no.224: Şarkılarda senden bahsedildiğini düşünüyorsan, kalbini kırdırmışsın, tehlikeli sulardasın.

Hayattan tespitler no. 225: Şarkılara ağlamaya başladıysan bir daha asla çocuk olamazsın.