23 Kasım 2014 Pazar

Bir süreliğine buradan sadece sohbet etmek istiyorum. Gerçekten "edebi" bir şeyler olursa, yukarıdaki etiketlerden birine yerleştiririm, o zamana dek bir miktar boş konuşacağım.

Burada hiç konu almış mıydım hatırlamıyorum, ama Muhteşem Gatsby'e duyduğum sevgiden sık sık bahsediyorum yıllardır. Kitabın anlattığı ışıltılı dünyayı, kullandığı dilde de ilmek ilmek, dantel gibi işlemiş olması etkiliyor beni her zaman. Aydınlık odada uçuşan ipek perdeler, elde hafif serin bir şampanya kadehi, havada rengarenk meyvelerin kokusu geliyor aklıma hep. Bir arkadaşım "Sarhoş olduğum akşamları vine gibi hatırlıyorum" dedi geçenlerde. Çok sevdim bu ifadeyi, tam olarak bu sözlerle dile getirilen hisse dayalı bir roman sanki Gatsby de. İncelikli bir bulanıklık var, bir önceki yazıda sözünü ettiğim bölük pörçük rüyalar gibi belki biraz.

İçinde yaşadıkları ipekten rüyada bir gün Daisy duraksayıp şöyle söyler Gatsby'e: "Keşke dünyadaki her şeyi seninle yapmış olsaydım."

Gerçek dünyada karşılığı olabilir mi bu kadar incelikli ve iddialı sözlerin, bilmiyorum. Ama olabileceğine inanabildiğimiz zamanları özledim biraz. Hislerin yerlerde sürünmediği zamanları. Ümit kesmek için elbette erken, ama yine de daha güzel olurdu, bir şeylerin hala naif kalabileceğini görebiliyor olsaydık. Sanırım yine yaş, her düşüncenin kaynağı. Bir ile başlayan yaşların umutsuz romantizminden sonra, şimdi de yirmilerin başının şaşkın karamsarlığını yaşıyorum. Hakikaten insanların hayatlarını otuzlarda toparladığına dair inancım güçleniyor giderek. Her şeyi yoluna koymak, daha doğrusu her şeyi yoluna koyamayacağını kabul edip mevcut hayatın en güzelini yaratmak gerekliliğini insan ancak 30 senede anlıyor olmalı.

Ümitleri tekrar canlandıracak ve yürekten sevdiğim bir aşk hikayesini aktarıp sessizce gideyim: Baz Luhrmann'ın Muhteşem Gatsby'sinde Daisy'i canlandıran Carey Mulligan ve Mumford and Sons'ın solisti Marcus Mumford, çocukluk yıllarında uzun süren bir mektup arkadaşlığı yapmışlar. Zaman içinde iletişimleri kopmuş, ama işte her nasılsa, ikisi de aynı zamanda şöhrete kavuşmuşlar. Sevmemenin imkansız olduğu çok tatlı Carey Mulligan, bir gün ortak arkadaşları olan Jake Gyllenhall'a bu sevimli hikayeden bahsetmiş, o da ikiliyi buluşturmayı aklına koymuş. Bir Mumford and Sons konseri sonrası, Jake ve Carey kulise gitmişler, böylece eski mektup arkadaşları buluşmuş, sonra aşık olmuşlar. Bugün en sevilesi ve en ağırbaşlı ünlü çiftlerden biri olarak bizleri aşka inandırmayı sürdürüyorlar. Pek seviyorum bu hikayeyi.

Geçenlerde Tumblr anasayfama düşen ve her nasılsa bugüne dek gözümden kaçan pek güzel bir Mumford and Sons şarkısı ile günü kapatayım. (Biraz radyo havası oldu sanki. Acaba vakit bulup da program mı yapsam internet üzerinden?)

Çiçekle.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

So we beat on, boats against the current borne back ceaselessly into the past. Past, past, past. The ever-present past. Belki biz de bir gün bu derde deva buluruz kendimizce, kendi içimizde.