rastgele çiçeklere
arada bir bakar
cansız cam ardından
tül perdelerden
--
gece çökünce açılır lambalar
diğer çiçekler ayışığındalar
İki gün önce ani bir kararla kulaklarımı deldirdim, hayatımda ilk defa. 32 yaşındayım. Ben sırada beklerken, benim önümdeki 6 aylık bir bebeğin kulakları delindi. İşte hayata bu denli geç kalmış hissediyorum çoğu zaman.
Hayatı yaşamak, canımı yakmak, düşüp kalkmak, hata yapmak için hiç hak verilmemiş bana, bunu yeni yeni anlıyorum. Belki de o hakkı hiç istememişim, hiç söke söke almaya çalışmamışım. Bazı sesler hep bana 'dur' diyormuş gibi sanki. 'Koşma, düşersin' cümlesi hayatımın arkaplanında duvarlara çarpa çarpa büyümüş hep. Koşup düşüp de dizimin acısını hissetme lüksüne sahip olmamışım hiç.
Hadi dizimin acısını geçtim, neşeyi, heyecanı şöyle kabimi doldura doldura hiç yaşamamışım. Bir gece karanlığında yokuş aşağı bir koşu tutturmayı hayal ederdim eskiden. Hayalini kurmam çok doğal, hiç tatmamışım ki bunu. Karanlığın soğuk, keskin havasını şöyle dolu dolu ciğerlerime çekememişim, göğsüm acıyana dek koşamamışım bir kere bile. Bana vurulan zincirleri sürükleyerek tökezleyip durmuşum sadece. Zincirlerime alışmışım, alışmakla kalmayıp onları ne çok sevdiğime dair bahaneler üretip durmuşum.
Kulaklarım delik olmadığı için klipsli küpeler biriktiriyorum senelerdir. Soranlara hep bu ufak koleksiyonu ne çok sevdiğimi, herhangi bir küpeyi satın almak yerine benim takabileceğim küpeler aramanın nasıl heyecanlı bir serüven olduğunu anlatıp dururdum hep. Halbuki annem müsaade etmediği için deldirememiştim hiç. Birkaç gün önce düşününce bunca yıl sonra halen deldirmemenin ne kadar gülünç olduğunu fark ediverdim birdenbire. Mesele küpe değil ama, benim durumum şunun gibi sanki: Parmaklıkların ardına hapsedilmişim, ama kendime diyorum ki, 'Ne güzel serinliyorum bu parmaklıklara sarıldıkça. Hem ben dışarıda dolaşmayı zaten sevmem ki.' Bir daha söylüyorum, mesele küpe değil.
Otuzlu yaşlarımda yeni anlıyorum ki, ben bir gün bile çocuk olamamışım. Yetişkinlerin yanında bez bebek gibi durmuşum öylece, beklentilerle, boyumdan büyük görevlerle doldurulmuşum. Bir şeyleri 'iyi yapmak' gibi bir görevle, 'pek akıllı uslu olmak' gibi bir özellikle yetişkinler tarafından lanetlenmişim. Yaşayabileceğim en ufak coşkunluk hemen kökünden kesilmiş bir ağaç gibi. Kalbi dolduran duyguları çocukken hiç tatmamışım. Öte yandan, alabileceğim en ufak sorumluluk, kendi kanatlarımla uçabileceğim en küçücük fırsat elimden hızlıca alınmış. Şimdi yetişkinliğimde ise, devasa bir çocuk gibi duruyorum öylece. Ne dolu dolu hissetmeyi biliyorum coşkun bir çocuk gibi, ne de yaşıtlarım gibi bir şeyleri üstlenip tamamlayabiliyorum. Tanıdığım tek duygu kaygı. Bir şeyleri 'iyi yapmak' gibi içi bomboş bir kavrama esir olmuşum, hayatımın öylece elimden kayıp gitmesini, gençliğimin yitmesini izliyorum etkisiz bir eleman gibi. Bu blogu niçin halen açık tuttuğumu, dönüp dönüp tekrar yazdığımı çok düşündüm. Ama çok da düşünecek bir şey yok belki. Bu blogu açan 15 yaşındaki kızdan beridir pek yol gelemedim ki ben, aynı yerde kalakaldım.
Ne çocuk olabildim, ne yetişkin. Arada bir yerde kalakaldım. Belki de bir gün bile kendi seçimlerimi yapmadım. Meşhur bir şarkıcının söylediği gibi, hala restorandayım. Duruyorum öyle.
senelerdir içimden bir türlü atamadığım bir duygu var: akşam karanlığı indiğinde camdan dışarı bakarken, trafikte arabaların kırmızı ışıklarını izlerken, boş bir alışveriş merkezinin koridorlarında gezinirken, bir kış günü dolu bir restoranın sıcaklığı ve kahkahalarının önünden yapayalnız geçerken, daima sessiz ve ıssız olan odamda bir başıma oyalanırken, kim bilir daha başka nerelerde içimi dolduran o 'hayat hep başka yerde' hissi. elimi uzatsam yakalayamayacağım kadar uzak, ama parmaklarımlarım ucuyla değmek üzere olduğum ve bir türlü değemediğim bir şey gibi. hayattayım ama yaşamanın o ışıyan hali, o eşsiz çekirdeği, özü sanki bana uzak. peşinden koşsam da, durup izlesem de bir türlü yetişemiyorum. sanki biraz olsun hızlansam, bir köşeyi dönüversem hemen oracıkta olacak. ama yok, bir türlü yakalayamıyorum. belki de kendimi bildim bileli içimde bu duygu, ya da bu duygusuzluk, bu boşluk, bu uyuşmuşluk. bu hayatın parçası olamayış.
Evi renklendirmek için bir demet ayçiçeği almıştım. İlk aldığım gün saçtığı aydınlıktan eser kalmamış, yaprakları dökülmüş, bulanık suyun içinde kalan sapları çürümüş. Her hafta o çiçeği tazelemek, ölü yapraklarını temizlemek, suyuna çiçek coşturanlar katmak nasıl da emek istiyor, insan nasıl da o enerjiyi içinde bulamıyor. Odaları aydınlık tutmak için bir mucize olmasından ziyade, mucize olması için çalışmak gerekiyor. Çocuklar büyürken kimse bunu anlatmıyor, düşünüyorum da en büyük eksiğimiz bu sanki. Güneşin tozlu pencerelerden içeri girip çabasızca her şeyi aydınlatacağına inanarak geldik bugünlere dek. Kalkıp o camı açıp her gün güneşi içeri davet etme gerekliliğinden söz edilmemiş olması kalbimi kırıyor.
Neredeyse 30 yaşını tamamlayacağım (tam olarak değil aslında ama, böyle söylemek daha kolay geliyor) şu günlerde her şeyden çok değişmek istiyorum. İnsan kendinden sıkılır mı? Ben çok sıkıldım, kendimden, kendimle aynı savaşları vermekten, kaybedeceğimi bile bile aptal gibi tekrar tekrar aynı savaşa girmekten. Yeni bir saç kesimi, yeni bir ajanda, yeni kararlar yardımcı olmuyor. Hikayeleri kurgularken kahramanın yolculuğunu hatırlamamız salık veriliyor ya hep, işte benim için maceraya çağrı ne olacak merak ediyorum. Hangi olay, hangi yakarış beni bu yüzyıllar süren ataletten kurtaracak? Yoksa ben hep böyle kendimle ve suçluluklarımla baş başa mı kalacağım? Tüm bunların basit bir düğmeye basarak çözülebilecek sorunlar olmasını yürekten diliyor, öyle olmadığını içten içe bildiğim için üzülüyorum. Bir maratonun en başında gibiyim, yolu kat etmenin tek yolu ilk adımı atmak, ama işte, hiçbir şey beni durup dururken bitiş çizgisine ulaştırmayacak. Kan ter içinde o yolu yürümek zorundayım. Cesaretim yok, halim yok. Çoğu zaman bunların eksik giden bir kimyasal tepkime olmasını umut ediyorum. Yoksa kendimle yaşayamayacağım belki de.
Sahi, kim oldun sen? Kimi okuduğunu bilmiyorum. Bilmiyorum, acaba dizelerin, satırların bir köşede unutuldu mu? "Sevenin var mı" diyorum, yanıtlamıyorsun, yaşını bile söylemiyorsun. Neler var çantanda, omzunun üstünde göremediğim neler var, ben zorlanır mıyım onları sırtlanırken? Hâlâ atkılar örüyor musun günlerden, genişlettin mi anı dolabını? Renkler soldu mu, yoksa canlandılar mi gitgide? Dürbün duruyor mu? Kırıldı deme ne olur, dayanamam.Sen kuralları değiştirdin mi, oyunları baştan kurdun mu, kaleleri fethettin mi, merak ediyorum. Ama beklemem gerek, şimdi öğrenemiyorum. Sen benden daha sabırlı mısın acaba? İnadın azaldı mı? Saçını boyadın mı, kilo mu aldın yoksa? Ne iş yaparsın acaba, çocuğun var mı? Peki hayallerin var mı? Gerçekleştiler mi, azaldılar mı, silinip gittiler mi, yerlerine yenileri mi geldi? Şimdi gelsem, görsem seni, kendimi tanır mıyım? Değişmesem mi daha iyi, yoksa yepyeni bir sen, yepyeni bir ben mi, bilmiyorum. Kimbilir nerede okuyorsun bunu, kimbilir kim oldun, tahayyül edemiyorum.Ama ben unutmak istemiyorum, unutmanı istemiyorum. Senin, benim seni nasıl görmek istediğimi, kim olmanı istediğimi unutmanı istemiyorum. İnsanca bir unutulmama kaygısı içinde, alıyorum kağıdı kalemi, bu mektubu yazıyorum sana ve yarına. Özenle anılar dolabına yerleştiriyorum onu, biliyorum, illa okuyacaksın, illa düşüneceksin, muhakkak beni hatırlayacaksın.
Eski bir kalp kırıklığına rastlamış gibi hissettim bunları okurken. Kalbimde hem mutluluk, hem incecik bir sızı. O kızı hem çok memnun etmiş, hem de kalbini kırmış gibiyim. Korktuğu gibi uzaklaşmadım inandığı her şeyden. Öte yandan, avucunda ve kalbinde bir hazineymişçesine dikkatle taşıdığı kırılganlığı ve hüznü bir kenara bıraktım memnuniyetle. Hayatın iftiharla kırılarak ve hep kırıldığından gururla yakınarak yaşanmadığını anladım. Gerçekçileştim, güçlendim, olgunlaştım, o bugün buna biraz kızacak olsa da katılaştım, kaskatı olmadan (taş gibi katı ve güçlü olmak içimde yok, elimden gelmiyor). Sürekli yaralarıma bakmamayı, yaralara kıymet verip durmamayı öğrendim, yaralanmayı da ihmal etmeden.
---
Ne o günlerdeki yaşantıma, ne de o günlerdeki aklıma özlem duyuyorum aslında. Yine de, geçmişin hiç dönülemeyecek kilitli bir oda olması bazen hüzün veriyor insana. Bugünden bakınca hayranlıkla karışık bir hayret uyandırıyor o yılların saflığı, kalpteki o yadsınamaz haklılık, tüm duyguların boş odalarda yankılanır gibi büyüyüp güçlenerek yaşanması, o kalabalıklık duygusu... Hayatımızın en büyük parçasının arkadaşlık olmasına müsaade eden bir düzende yaşamayı, çarpıştığım herkesle birbirimizi tanımak ve sevmek için telaşla harcayabildiğimiz o bitmek bilmez enerjiyi, neredeyse hiç hata yapmamış olmayı kimi zaman özlüyorum. O günlerin İstanbul'unu özlüyorum. Umudun bitmemiş olmasını, sokakların kalabalıklarında birbirimize rastlamayı, geceleri sokakları saran sarı ışıkları özlüyorum. İstiklal Caddesi'nde bir kalabalıkla beraber akıp gitmeyi, bir bütünün parçası gibi hissedebilmeyi, ucundan yakaladığımıza inandığım o canlılığı, o günlerin acemi sarhoşluklarını özlüyorum. Şimdi uzak bir diyardayım, ama o diyara dönsem de o günlere dönemeyecek olmak bazen kalbimi kırıyor. O sokaklar eskisi gibi parlamıyor, o insanlar orada değil. Mermer bir zeminde paramparça olan bir bardak gibi her yere dağıldık. Fotoğraflarda bile rastlamak zor oluyor bazen o günlere. Kimileri silinmiş, kaybolmuş, çalınmış gitmiş, kimi zaman ışıltımızdan ânı fotoğraflamayı zaten unutmuşuz. Bazı kareler yalnız zihnimde kalmış, her hatırladığımda güneş ışığına çıkarıp da soldurmaktan korkuyorum.
Seneler büyük bir süratle geçiyor, hayat insanın avuçlarının arasından bir tutam kum gibi kayıp gidiyor. Geriye kocaman ve rengârenk deniz kabukları da kalıyor elbette. Yine de insan bazen ellerinin ayalarına bakıp kalıyor. Yine de bugün güneş güzel doğsa bile -ki doğuyor- bir yolculukla dönülmeyecek yerlerin olduğunu bilmek kalbi ağrıtıyor. 1688'den beridir insan, ölümlülüğünü ve zamanın geçişini kabul edemediği için nostalji kelimesini icat edip duruyor.
---
Yazma alışkanlığımı kısmen yitirmişim. Kelimelerimi çok da sevmedim bugün, ama yine de bir yerlere iz bırakma arzusuyla paylaşmak istiyorum. On üç sene önce bu bloga yazan kızı hayal ettiği gibi New York sokaklarında başladım bu yazıya, Princeton'da bir kafede tamamlıyorum, bu da kişisel tarihime not olsun.
Çok seneler sonra olsa da,
ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?