Evi renklendirmek için bir demet ayçiçeği almıştım. İlk aldığım gün saçtığı aydınlıktan eser kalmamış, yaprakları dökülmüş, bulanık suyun içinde kalan sapları çürümüş. Her hafta o çiçeği tazelemek, ölü yapraklarını temizlemek, suyuna çiçek coşturanlar katmak nasıl da emek istiyor, insan nasıl da o enerjiyi içinde bulamıyor. Odaları aydınlık tutmak için bir mucize olmasından ziyade, mucize olması için çalışmak gerekiyor. Çocuklar büyürken kimse bunu anlatmıyor, düşünüyorum da en büyük eksiğimiz bu sanki. Güneşin tozlu pencerelerden içeri girip çabasızca her şeyi aydınlatacağına inanarak geldik bugünlere dek. Kalkıp o camı açıp her gün güneşi içeri davet etme gerekliliğinden söz edilmemiş olması kalbimi kırıyor.
Neredeyse 30 yaşını tamamlayacağım (tam olarak değil aslında ama, böyle söylemek daha kolay geliyor) şu günlerde her şeyden çok değişmek istiyorum. İnsan kendinden sıkılır mı? Ben çok sıkıldım, kendimden, kendimle aynı savaşları vermekten, kaybedeceğimi bile bile aptal gibi tekrar tekrar aynı savaşa girmekten. Yeni bir saç kesimi, yeni bir ajanda, yeni kararlar yardımcı olmuyor. Hikayeleri kurgularken kahramanın yolculuğunu hatırlamamız salık veriliyor ya hep, işte benim için maceraya çağrı ne olacak merak ediyorum. Hangi olay, hangi yakarış beni bu yüzyıllar süren ataletten kurtaracak? Yoksa ben hep böyle kendimle ve suçluluklarımla baş başa mı kalacağım? Tüm bunların basit bir düğmeye basarak çözülebilecek sorunlar olmasını yürekten diliyor, öyle olmadığını içten içe bildiğim için üzülüyorum. Bir maratonun en başında gibiyim, yolu kat etmenin tek yolu ilk adımı atmak, ama işte, hiçbir şey beni durup dururken bitiş çizgisine ulaştırmayacak. Kan ter içinde o yolu yürümek zorundayım. Cesaretim yok, halim yok. Çoğu zaman bunların eksik giden bir kimyasal tepkime olmasını umut ediyorum. Yoksa kendimle yaşayamayacağım belki de.