Hayatımın son üç senesini bir şeyler yazıp yazıp silerek geçirdim. Bütün yazılarıma, nasıl da yazamadığımı anlatarak başladım, sonra yazmak üzerine yazmanın ancak ustalara özgü olabileceğine inandım. Beğenmedim, beğenemedim, kendimden ne bekliyorduysam, hepsini sildim.
Kendimden ne bekliyorsam artık. İçinde "beklemek" geçen sayısız cümleye tutunarak geçiyor ömrüm. Eskiden, bir şeyleri beklemeye tutunduğumu anımsıyorum: Haftasonu akşamlarını, umuda uyanabilecek sabahları, ufak tefek detayları. Artık beklemelerin varacak birer sonu olmadığını anladım. Kimseye "En Güzel Bekleyen" ödülü ışıklar içinde takdim edilmiyor, bir banka görevlisi kapınızı çalıp yirmi senelik bekleyişinizin karşılığında size birkaç bin lira hediye etmiyor. Etmesin de zaten.
Öyle alkışı hak eden bir meziyetin ürünü değil beklemek. Beklemenin özü belki sabır, ama daha çok korku, daha ziyade tembellik. "Sabırtaşından takılar istiyorum kendime" diye yazmıştım bir aralar. Oysa en fazla zehri en az şikayetle yutmanın nesi meziyet, bu ne çeşit bir dilek, anlayamıyorum şimdi. Gözlerim üç dereceden de bozuk doğdum ben, uzaktan da yakından da karıştırıyorum eziyeti meziyetle.
Hem sabırdan ziyade, cesurca ayağa kalkıp kendi ömrüne bir tokat vuramamanın ürünü sanki beklemek. Beklemek belki de öbür yanağını çevirmek; hem hiç de öyle kutsal metinlerin anlattığı erdemlerle değil, sadece iliklerinde hissettiğin acziyetle. Beklemek, dibe vurunca dizlerinden güç alıp tekrar yüzeye yükselememek, dipte öylece, mucize bekleyerek kalıvermek. Çürümüş bir kavmin peygamber beklediği gibi birini beklemek, bir şeyi beklemek. Belli ki son kitap iyi çalışılmamış, zira söylenmişti: Bir yeni peygamber daha hayat vermeye gelmeyecek, geldiğinde hepimizin sonunu getirecek. Ama işte yine de, beklemek. Beckett'a selam olsun, neyi beklediğini bilmeden, sadece hiç gelmeyeceğini bilerek, beklemek. Bir son beklerken, bir başlangıç umarken; tüm bu yokluğun, yoksunluğun tek gerçek olduğunu görmek. Ama yine de bir umut, elde kalan tek umut: Beklemek.
Bu ataletten uyanmanın yegane yolu, birkaç artçı deprem belki ancak. Ama insanı omuzlarından tutup delice sarsan, yukarı yüzmezse yok olacağını hatırlatan, "Ölüm var!" diye haykırıp zorla yaşatan darbeler bulunabilir mi? Olmuyor, bulunamıyor. Hüzün -ki en çok yakışandır bize- kendine özgü kibarlığı ve estetiğiyle dört bir yanımızda pamuktan bir duvar örüyor. İnsan onun içinde asil bir ipek böceğine benzediğini sanıyor, mutsuz insanlara özgü bir kibirle perde arasından süzüyor hayatı. Oysa tek yaptığı meydanlardan kaçmak, metruk binaların tozlu köşelerine saklanmak. Darbelerden sakınırken, hayatı kaçırmak. Şu dünyada tecrübesiz, geleceksiz, sevgisiz, yalnız haddinden fazla parlatılmış bir hüzünle kalakalmak. Hüznün kozasında ipek öremez insan, ancak kendi kefenini diker. Kanatlanarak çıkacağını zannettiği kuytusunda, uyuşuk bir ölüm uykusuna doğru silinir gider.
Hıdrellez idi dün. O gece toprağa ekilen dilekler çiçek olup dallanır dünyaya. Belki de insanoğlunun en alçakgönüllü bayramı. Gördüm ki kendime ufak umutlardan kanaviçe işleme zamanlarım geride kalmış. Dileğim yoktu, inmedim aşağıya, elimi toprağa sürüp en başa dönmedim. Dileğim yok, gücüm yok. Kozayı ördüm, hüzünle oturuyorum baş köşesinde. Bekliyorum, neyi?
Bu yazı da yazamamaktan bahsederek başlamıştı, öyleyse muhakkak silinmeli.