26 Şubat 2011 Cumartesi

Siyah.

Kaybettiğimiz birinin arkasından sağda solda yazılar yazılmasına aslında karşıyım. Ama ben kimsenin arkasından dua okuyamam, ağlayamadım bile, kilitlendim kaldım. Bir şey yapmam lazımdı. Bu yazı benim ibadetim, arkadaşıma olan son görevim. Lütfen mazur görün.

Ölüm dediğin uzaktır, hele 18 yaşındaysanız. Şanslıysa hiçbir sevdiğini kaybetmemiştir henüz. Şanssızsa, en yakının başına geldiyse bile, insan ölümü kendine kondurmaz, aklının ucundan bile geçirmez.

Ne sınav var ne ödev, bir Cuma akşamı festivalden dönmüşüm eve. Sanıyorum ki çok güzel bir gün geçirdim. Meğer o gün arkadaşımı toprağa vermişler.

İnternette gördüm, inanamadım. Öyle soğuk bilgisayar ekranından mı alacaktık bu haberi? İnanmak istemedim. Açtım baktım facebook sayfasına, herkes bir şeyler yazmış. Doğruymuş meğer. Boğazım düğümlendi.

Düşünün ki ortaokulda hergünü beraber geçirdiğiniz bir insan. Hiçbir zaman sırdaş olmadık belki, ama az şey mi paylaştık? Hergünümüz birdi, o yılların anıları birdi neticede. Mezuniyet provalarından tek bir kare fotoğraf kalmış sadece. 6 kişiyiz, 6 kız. Gülümsemişiz. O zaman beğenmemiştik fotoğrafı, "saçlarım yılan gibi sanki" demiş kendine. Güldüm içim acıyarak. Şimdi çok güzel göründü bu fotoğraf gözüme. Bir daha asla çekilemeyecek olduğundan belki de.

Sınıfta çok takılırlardı ona. Alay gibi değil, sevgiyle karışık. Yine de çok üzülür müydü acaba? O insanlar şimdi ne hissediyorlar, merak ettim.

Hastaymış, bilmiyordum bile. Son birkaç yıldır kopmamış olmayı istedim. Ben onu hiç kırmadım; ama sevdiğin insanların gitmesine izin vermemek, kalp kırmamak lazım demek ki, bir kez daha ortada. Çünkü o insanlar hiç gelmemecesine göçebilirler ve sen mutsuzluğunla baş başa kalırsın.

Vefat etmiş dedim anneme, o bile inanamadı. Uykum bile korkup kaçtı adeta, yatağa girip dönüp durmaya korkuyorum.

Adını, gülüşünü, konuşmasını, sesini, tepkilerini bildiğim bir insan gitti. Yaşıtım bir insan gitti. Benim kadar umutları, hayalleri, hevesleri olan bir arkadaşım gelmemecesine gitti.

Elbette ki sığdıramadın ömrüne istediği her şeyi, ama umarım mutlu yaşamışsındır. Merak ediyorum, görüşmeyeli hiç aşık oldun mu, delicesine üzüldün mü, unutmamacasına sevindin mi? Umarım gerçekten yaşadığını hissedip göçmüşsündür buralardan. En azından bununla avunuruz biz de.

Cennet diye bir yer var mı bilmiyorum, ama ölümden sonra en güzel ne ise, sana o yaraşsın.

Huzurla uyu Öykü.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Uykulu tespitler.

Tumblr_lgffaswzkf1qa1enao1_500_large
"Sen tıpkı elinde bir avuç yemle kuşlara doğru koşan çocuklar gibisin" dedim. "Hepsini beslemek istiyorsun, ama sen koştukça onlar kaçıyorlar. Eğer ürkütmeseydin, sabırsızlık etmeseydin, zaten hepsi etrafında toplanacaktı."

"İşte mutluluk ve sen de aynı böylesiniz. Dursan, beklesen, sürekli mutluluk arayışında olmasan, aslında zaten mutlu olduğunu fark edeceksin."

Doğru laflar ediyorum bu aralar.
İçimden de güzel melodiler geçiyor. Mesela bu.

17 Şubat 2011 Perşembe

In Vivo.

Pencerenden bakma denize,
İnanırsın güzel olduğuna maavilerin.
Renklerini kaybedersin
Uzaktan
Bir yatağın vardır senin,
Seninledir,
Uyuyunca kaybedersin.

Özdemir Asaf

(Özdemir Asaf'ın şiir antolojisi var
Adı Çiçek Senfonisi.
En sevdiğim şair dememe gerek var mı?)

14 Şubat 2011 Pazartesi

Sayfa.

Ben istediğim gibi çok okumaya başladım bu aralar. Böyle de devam etsin istiyorum en az birkaç ay. Hatta mümkünse sonbahara dek.

Babalar ve Oğullar okumalı herkes. Uzun zamandır bu kadar keyifle okumamıştım bir kitabı. Melih Cevdet Anday çevirisi hele, harika ötesi.

Ben artık zaten günlerimi goodreadste kitap listesi yaparak, sonra da okul kütüphanesinin arama motorunda bu kitapları aratarak, sırayla okuyacağımı düşünüp heyecanlanlarak geçiriyorum. Buna heyecanlanılır mı ki? Ben heyecanlanıyorum.

Bi de işte çok özeniyorum bunlara, bir şeyler yazıyorum. Blog cinsinden değil, uzun. İstiyorum ki her iki haftada bir yazım olsun şöyle elle tutulur. Arşiv gibi. Çok istiyorum ben yazmak. Hayatta istediğimden emin olduğum tek şey bu.

Hazır bu kadar yazıyorken, Fermi ile düzenli olarak mailleşmeye başlamamızın vakti geldi de geçiyor galiba. Bir de S. bana geçmiş doğum günü hediyemi verdi, çok mutlu oldum. Böyle güzel bir fularım, bu kadar şirin bir kutlama kartım olmadı uzun zamandır. Siyah beyaz fotoğrafımı çekip bastırması mı? Bu ise bir ömür boyu olmamıştı bana.

Ha bir de, günü gelmişken söyleyeyim: Belki hiç belli etmem ama ben çok korkarım aşktan. Belki de koşaradım kaçarım fark etmeden, yaklaşmak isterken. Çünkü sanki aşık olanları hep çok üzüyorlar. Ya da nüfus kağıdımın yeminlerine rağmen çok çocuğum ben hala.

"Soulless child, once so wild
Now a shadow of what they used to be
They used to be so close to me."

12 Şubat 2011 Cumartesi

Çok uzatmadan bitiriyorum.

Aslında pek içimden gelmedi, ama adettendir. Başladığımız Boston yazısını tamamlayalım:


*Otel birbirine bakan iki gökdelenden oluşuyordu, karşıki gökdeleni görebiliyorduk yani olduğu gibi. Herkes öğrenci zaten bizim gibi, pencereler açık geziyorlar. Grubumuzun çılgını post-itlerle cama oda numarasını yazmış, arayan arayana. Sonra ben de aradım, ne eğlendim ama. Hayatımda ilk kez gülmeden uzun süre işlettim birilerini. Şikagolu Cordelia diye ararsam sizi, inanmayın.

*Koridorda grupça oturup çirkin çirkin kalorili Amerikan fast foodları tükettik. Hatta sabah kahvaltımız, öğlen yemeğimiz ve akşam yemeğimiz bunlardı. Ne çirkin bi memlekettir yemek konusunda. Otelde kahvaltı yok mesela, içine Starbucks koymuşlar, oradan alıyorsun. Muffin mi olurmuş kahvaltıda, Allah sizi kahretsin, beyaz peynirin gücü adına, amin. (evet kavram karmaşası.)

*Newbury Caddesi var çoook güzel. Muhteşem Gatsby'i okuyanlar hatırlarlar, Daisy Buchanan adına bir bar vardı. Pek sevindirik oldum. Yine orada Newbury Comics'e dadandık. Kendime 2 adet Belle and Sebastian albümü, bir the Beatles magneti, pasta biçimli kulaklıklar aldım. Vaktim ve param olsa tüm dükkanı alırdım.
*Aynı caddede ikinci el kıyafetler, donmuş yoğurtçular (böyle diyince hakikaten çirkin oldu) filan falan gezdik S. ile. Çok güzeldi. Urban Outfitters'da Lomography kameralar gördüm ağzım sulandı almadım. Onun yerine çiçekli bez ayakkabılar aldım, ikisi 30 Dolar. Yaz gelse keşke artık da, onları giyebilsem.

*Sokaklardan sarkıtları koparıp asa yaptık, birbirimize büyüler lanetler fırlattık, gelen arabalara "Accio araba!" 
diye bağırdık.
*Harvard'ı gezdik. Dersliklerin içine baktık. Yatakhaneye girdik. John Harvard heykelini ellemedik ama, üstüne işiyormuş hain Harvardlılar. Bi de Harvard'da herkes gayet ortalama üzeri güzellikte/yakışıklılıkta. Haksızlık değil mi be? Hem Harvardlı hem güzel olamazsın abi. Bi de şimdi bu çok gizli bilgi ve siz inanmıycaksınız, ama birkaç kişi bir dersi azıcık dinledik biz. Çok. Fazla. Havalı. Fazla. Güzel. Fazla. Film. Gibi. Fazla. Harika. O okul bir rüya, bir ütopya.

*Metroda bir adamla yanlışlıkla aynı yere tutunduk birkaç saliseliğine. S. aldı bunu abarttı, romantik bir film sahnesi gibi anlatarak güldü. "Türk çıkar, üzülürsün" dedim, yine güldü. Adam bize döndü "Ben Adanalıyım ama." dedi. DÜNYANIN EN BÜYÜK REZİLLİĞİ. İ. konuşuyor, lafı kaynatıyor filan, cıks. Adam okuyormuş orada, adam dediğim 22-23 yaşında bir genç. Sınavlara giriyormuş filan, her şey harika. Bana dönüp göz kırpıp "Romantik tanışmamız şerefine numaramı vereyim istersen" demesi, ret cevabına kulak asmaması, İstanbul'da yaşadığımızı öğrenmesine rağmen "Boston'a gelince ararsın öyleyse" diyip göz kırpıp metrodan öyle inmesi, harika değil.
Boston metrosunda bile koca bulma kapasitesine sahibim diye sevinsem mi?

Edit: Birkaç gün önce Before Sunshine izledim. Millet de trende tanışıyor işte, ama aynı şey değil tamam mı? Affedersiniz ama romantik filmleri gerçeğe aktarınca bok gibi.
Yıllar sonra tekrar gelen edit: Before Sunshine ne oğlum? Bildiğin Before Sunrise. Rezilim vurun beni lütfen.

10 Şubat 2011 Perşembe

Çok mu ayıp hala mutluluk istemek?

Ne istiyorum?
Abbey Road posterim düşmesin.
Eskisi kadar çok okuyabiliyim.
Saçlarımı kızıla boyayayım ve yakışsın.
Yazmam gereken 3 yazı bitsin. Rapor da bitsin.
Hemen film festivali gelsin. Ama okul açılmasın.
Ne giysem yakışsın. Ne yakışsa alabiliyim.
Çiçekli ayakkabılarımı giyince ayaklarım üşümesin.
Geziyim ama aynı anda evde tembellik de yapabiliyim.
Evde oturmanın rahatlığı beni ele geçirmesin.
Tekrar Ally seyrediyim. Friends'e başlıyım.
İkinci el bir Nikon'um olsun.
Pastacılık kursuna gidiyim.
Roman yazıyım. Bi de senaryo.
Mutlu şarkılar indireyim. Gizli emoluk beni ele geçirmesin.
İnsanların yüzüne gülme zorunluluğu ortadan kalksın.
İnsanlar didişmesin.
Tekrar bir enstrüman çalabiliyim. Tamamen.
Fransızca konuşayım.
Kararsızlıklar bitsin.
Turkuaz ojem garipsenmesin.
Tembellik sona ersin.
Tüm bunları yaparken yaşlanmıyım. Hayat beni beklesin.
Ne istediğimi bileyim.

"Miss Almost, Miss Maybe, Miss Halfway"

6 Şubat 2011 Pazar

For no one.

Bi blogta "16 yaşındayım, kendime sırf bu yüzden iyi davranıyorum" diye bir cümle okudum.

18 yaşındayım, kendime nasıl iyi davranırım bilmiyorum.
Çünkü ben galiba iyiyi kötüyü ayıramıyorum.
Belle and Sebastian albümlerimin olması iyi de, onları dinlemem kötü mü acaba?
Odamda saçma birileri yerine Abbey Road posteri olması mesela.
Sokaklarda içip dağıtmamam, hiç sarhoş olmamam
Kavgalı ayrılıklar, büyük barışmalar yaşamamam
Kimseye saçma taktikler uygulamamam, söyleyeceğim iyi de kötü de olsa içimden geldiği gibi davranmam
Kitaplarımı çoğu insanı sevdiğimden fazla sevmem
Kitaplarımdan fazla sevdiğim insanlara hakikaten değer vermem
İyi mi kötü mü biri cevap versin
Ben artık bilmiyorum.

Fermi'yle konuşasım var çok.
Bi önceki yazının devamı sonra gelicek.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Ben bu hikayeyi aslında yazmayacaktım.


Hakikaten yazmayacaktım bu geziyi, kendime yazacaktım sadece. Sonra fark ettim ki, bloga yazmazsam başka hiçbir yere de yazmıyorum. Bloga bağlılık açısından iyi, bloga bağımlılık açısından kötü.

Çok detaya giresim yok nedense. Minik minik maddeler yapıcam. Bi de değişik yazılara bölsem mi acaba siz şimdi okumazsınız da.

*Hayatımın en minimal bavulunu hazırladım. Okyanus aşmama rağmen. Çok başarılıydım. Bavulları çok seviyorum.
*Uçak kalkarken "fly like a g6" diyip eğlendik. İlk defa Asyalılar hit bir şarkı yapmayı becerdiler, tebrik edelim.
*Dakika bir gol bir. İner inmez birinin bavulu kayboldu. Ha sonra 100 dolar tazminat aldı o ayrı. Ayakkabı beğenmiştim keşke aldırsaydım ona, çünkü kuzu kuzu ödüyor havayolu şirketleri.
*T. havalimanından çıkar çıkmaz koşup ayağını kara bastı ve "Kara ilk ben bastıııım" diye bağırdı. O buraları okumaz ama olsun ben yine de onu çok seviyorum.

*Anafikir: Lapa lapa kar yağıyordu. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik.
*Taksicimiz hangi millettendi dersiniz? Tabii ki Türk. Numarasını verdi bize, ufak bi Boston turu yaptırdı, gezilecek yerleri anlattı. Milletimizi severim bilirsiniz.
*Otele gittik, oda yok. Lobide panik yaşandı. Sıkıştık resmen odalara. Eksi rep.
*Angie ile aynı odadaydık. S. ile de. Boston kitapçığımız vardı, rotamızı belirledik, sabah erkenden koyulduk yola. Boston Common'da kartopu oynamaca.
*Bir dükkana girdik, çok yaşlı bir çift işletiyor. Kadının sesi resmen cadı gibi ve milattan önce kalmış eşyalar satıyorlar. Her şey nasıl tozlu, nasıl pis, ama ilginç. Tavanda süslemeler var. Sessizce inceleyip çıktık oradan, ama hemfikiriz, Londra'da Diagon Yolu neyse Boston'dan büyücülerin dünyasına açılan yol da o dükkanın arkasındandı kesin.
*Chinatown'da kaybolduk. Kayıpken YMCA'i bulduk. Önünde fotoğraf çektirdiler bizimkiler. Oraya da gitmedik demeyiz artık.
*Ash sokağı vardı bi de, Pokemon pozu verildi hemen. Poketop ne miydi? Tabii ki kartopu.


*Brattle adlı kitapçıya gittik. Boston'ın en eski sahafıymış. Sokağa 1-5 Dolar arası kitaplarını dizmiş, üşüye üşüye baktık angie ile. Güzel fotoğraflarımı çekti orada, öpüyorum onu. Dükkanın içi de rüya gibiydi, gez gez bitmedi sanki. Albert Camus-Veba ve Shakespeare-Kral Lear'ı aldım. Bir de arkası yazılı 1920lerden kalma kartpostallar. Bunlar fazla güzel, bir projem olucak onlarla. Bir de en üst kat nadir kitaplara ayrılmıştı. Gönülçelen'i 3500 dolara satmışlar mesela. Hayran kaldım.

*Ertesi gün Bağımsızlık Yolu diye tercüme edebileceğimiz "Freedom Trail"i izleyerek gezdik. Şehirde Amerika'nın bağımsız olmasında rol oynamış insanlar ve mekanlar var. Tüm bunlar kaldırımlar boyunca kırmızı tuğlalardan bir patika ile birleştirilmiş. O patikayı izleyerek tarihi takip etmiş oluyorsunuz. İlginçti bence.
*Sadece tellerden oluşan bi köprünün üzerinde durduk. Araba geçse Charles Nehri'ne yuvarlanacak gibiydik. İçim ürperdi doğrusu.

Biliyorum ben oğlum sizi, uzun olunca okumazsınız. Devamı sonraki yazıya.

"Denizler aştım  geliyorum, bilirsin derdim seninle
Yolumdan döndüm kopuyorum, bilirsin derdim seninle
Denizler aştım geliyorum, ister eğlen benimle, yüzünü bir görsem yeter
Yolumuz ayrı biliyorum, ölmeden on bir defa belini kavrasam yeter."

Köprüaltı - Duman