14 Kasım 2011 Pazartesi

Soyu Tükenen Türler Üzerine Şiirsel ve Beyhude Bir İnceleme.

Tumblr_lsz3ghnpmk1qczi3m_large
-Bu yaşamdaki kişi ve kurumlar tamamıyla gerçektir. Anlamamak serbest olmakla birlikte, müdahil olmak kesinlikle yasaktır. İşbu yaşamın edebi değerini düşürenler, derhal tahliye edilecektir. Yazarın her hakkı; misal mutlu olma hakkı, üzülme hakkı, aşık olma hakkı saklıdır. Hatta öyle derinlere saklıdır ki, kendisi bile bulamamaktadır. Bulanların en yakın kütüphaneye haber vermesi rica olunur.-

İçimden hafif bir valse eşlik ederek yürüdüm Kadıköy'de. Dans ettim içten içe, kimse görmedi. Deniz mavisi pantolonumu giymiştim, yeni su yeşili ojelerim vardı üstelik, bir de seneler sonra yeni barıştığım yağmur utanarak yağıyordu. Su kadar sakin ve usulca sızdım kaldırımların arasından. Hava serindi ama yeniden buluşmuş dostların paylaştığı bir fincan çayın sıcaklığı vardı içimde. Nedensiz, tamamen nedensiz. Ya da tek nedeni kendim. Kendi mutluluklarının başlıca sebebi olmayı öğrenmeli insan. Ya da ben bu kanıyla çok fena bir gençlik yanılgısı yaşıyorum. Ama yaşıyorum, kendimle.

Kadıköy'deki sessiz valsimi bozan ve varlığını haykıran tek şey kırmızı beremdi. Kırmızının hafif koyu ve en kibar tonundaki bu şapkayla bile Kırmızı Başlıklı Kız değilim belki, ama benim gözümde her şeyi biraz daha masalsı kılıyor. Başımı yün şapkalarla, içimi ince kağıtlarla sarıp sarmalıyorum.

Şapka ve ben, yalnızlığın tadını çıkararak kitapçıya girdik. Alınacaklar belliydi elbet, Yekta Kopan'dan ismiyle bile beni fetheden Kediler Güzel Uyanır ve Barış Bıçakçı'dan nicedir kendime hediye etmek istediğim Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Biraz bakındım elbet, kitapçıların yazılmamış kuralıdır bu. Kimse kitapçıdan ihtiyacını alıp çıkmamalı, çünkü kitabı okumak kadar, seçmek, tanımak ve koklamak da elzemdir.

Tıpkı benim gibi düşünen bir aile vardı içeride: anne, baba ve iki oğulları. Uzun uzun gezdiler, kendilerine Kasım ayının kitaplarını seçtiler belli ki. Kapaklara dokunuşlarından belliydi, tanıdıktı kitaplar, asla terk edilmeyecek sevgili gibiydiler. Ya da ben kendimi romanlara fena kaptırmıştım. Ben kalemle gök arasına sıkışmıştım ve benim gibi insanlar hızla tükeniyordu. Tükeniyorduk ve hiçbir dernek bizi koruma altına almıyordu. Homo alonus olarak türümüz yalnızlıktan kırılıyordu. Biz 19. yüzyılda tükenmeliydik, insanlıkla beraber tarihe karışmalıydık. Bu kitapçı dışında, bu yüzyılın kaldırımlarında böylelerine pek de yer olmadığını düşünüyordum; ta ki ailenin 6-7 yaşlarındaki ufak oğlundan şu cümleyi duyana dek:

"Anne keşke burası bizim evimiz olsa."

Hiçbir şey söyleyemedim. Ne söylesem bozacaktım her şeyi. Çocuk bir roman yazıyordu kendine ve bu açılış cümlesiydi. Tanımlayan cümleydi, onu homo alonus kılacak cümle, aynı zamanda mutlu eden, hüzünlendiren. Unutmamak üzere gözlerimle aklımın defterine not aldım bunu. Anneyle göz göze geldik, gülümsedim. Anladı, anladığımı anladı. O yaşa dönsem bunu söyleyeceğimi, çocuklarımı bunu söylesinler diye yetiştireceğimi, böyle söyleyenler için yazacağımı anladı. Belki o da yazıyordu, kimbilir. Kapıdan çıkıp gittiler. O çocuğun bir gün rafa uzanıp benim kitabımı aldığı bir hayal armağan ettim kendime.

Kitaplarımı satın aldım, bir de Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi ayracı edindim kendime bir adet. Bu senenin En İyi Film Altın Portakal'ına layık görülmüş bu filmi merakla ve hatta umutla bekliyorum. Hem bir Onur Ünlü bu ödüle layık görülmüşse, muhakkak layıktır, hem de ben güzel ve ufak şeyleri bekleyerek yaşıyorum hep. Zaten homo alonuslar hep bekleyerek yaşarlar, neyi beklediklerini bilmeden. Neyi beklediklerini öğrenmeyi bekleyen umutsuz vakalar vardır ki, aman aman, evlerden ırak. Homo alonuslarınızı çocuklarınızın erişemeyeceği yerlerde saklayınız. Hangisi hangisini zehirler bilinmez.

Ben ve kırmızı şapka çıktık kitapçıdan, rıhtıma yürüdük. Çok sevdiğimiz vapura bindik, ama sıradan bir vapur değil, Yağmurlu Gün Vapuru. İsteyen herkesin homo alonus olmayı tadabileceği müthiş bir simülasyon. Homo alonusların şiir yazabileceği eşsiz bir atmosfer. Şehri ve acımasız düzenini yirmi dakikalığına ortadan bölen, yok sayan bir mucize. Velinimetimiz. İstanbul Tanrılarına şükretmemizin başlıca sebebi.

Şapka ve ben uzun uzun sohbet ettik vapurda. Ben dinledim, o anlattı, çok dolmuş, kıpkırmızı olmuş. Hiç duymadığım şiirler söyledi bana, anımsamak için not aldım. Usul usul şarkılar mırıldandı sonra. Deniz havasını içimize çektik beraber, ben ciğerlerime, o ilmeklerine. İskeleye yaklaşırken hüzünlü gözlerle bakıştık, uzun süre bir daha yalnız kalamayacağımızı bile bile. Tahtalar sürüldü iskeleye, şapka ve ben, birbirini tanımayan iki yabancı gibi yürüdük hiç konuşmadan, kaldığımız devam ettik yaşama(ma)ya.

(Başka şeyler de oldu elbet. Bir cümleyle bir gazeteye beklenmedik konuk oldum, bir fal baktırdım, emekler sonunda bir ödül aldım, bir hayale birkaç saatliğine konuk oldum, bir telefonla mutlu edildim, iki şiir yazdım, dört gitar teli tıngırdattım, az uyudum, biraz yedim. Tam kıvamında bir Kasım geçiyor, tıpkı ismi gibi, kasıp kavurarak. Kahve suyunun ısınmasını beklerken yağmurlu pencereden bakıp Larien aracılığıyla öğrendiğim şarkıyı mırıldanıyorum: "Dışarıda çok ses var, içeride uzay, kendime çaylar demliyorum.")

(buraya dek okuyanları ayrı seviyorum.)
peki o zaman ben neden
dereceler sokayım koltuğumun altına
ateşim varsa zaten
ey gözleri maden
çünkü aşk bir suçlamadır
sonuna kadar yaşanmamışsa
bir bardak bir ada yeni bir deniz
ve yağmur
eski bir denizde yeni bir ada
yaşanmamışsa

sözgelimi Galata'dan Afrika'ya gidiyordum
korsanları kralları ve bazı ülkeleri
ve bütün madenleri
ve kendi sonumu
iyi görmüyordum sonunda
her türlü madeni
elimde bir sürü kağıtla
hazırladım kendimi

Turgut Uyar

(buraya dek okuyanları ise apayrı seviyorum)

Hiç yorum yok: