15 Eylül 2011 Perşembe

Güz-el.

6031560016_f6b8a5505b_z_large
Sonbahar. Güz. Güz-el.

Yağmurlar yağmasa da, yapraklar dökülmese de, takvim üzerinde güz işte. Kağıt üzerinde sonbahar. Bence "kağıt üzerinde" sözü anlamını karşılayamıyor zaten. Niçin önemsiz, yalnızca resmiyette anlam taşıyan, gerçek anlamı olmayan şeyleri kağıt üzerinde kalıbıyla geçiştiririz ki? En kuvvetlisi değil mi kağıt? Silinmeyen bir hafızayı taşımıyor mu nesillerdir? Kağıda haksızlık bu söz.

Kağıt çok önemli yine bu aralar. En değerli maden kağıt. Simyacılar boşuna uğraşmışlar belki de seneler boyu. Birkaç sözcükle altına dönüştürülebilir kağıt. Bütün yaz okudum ve yazdım, kağıtlar içinde. Yine kağıtlara boğuldum bugünlerde, elimde dosyalar, düzenli tutulmaya çalışılan defterler. Pek güzel dizeler yok bu sefer, uzun uzun işlemler, geometrik şekiller, içinden çıkılması güç denklemler var. Malum sınav var işte, aylar boyu atlatmaya çalışacağımız.

Biraz sınavın, çokça da kendimin etkisiyle yüzeye yakın geziyorum bugünlerde. Düşünmek ve hissetmek bir denizse, ben başımı suyun üstünde tutmaya çalışıyorum. Canım çok çekerse bir yarım dakikalığına dalıyorum yarım metreye, tekrar çıkıyorum. Tüple bile dalınamayan derinliklere atlamış biri olarak çok yordum ciğerlerimi. İsyan ediyorlar artık. Dinlenmek istiyorlar. Hak veriyorum onlara. Hani insan vücudu oksijeni az ortam bayılıp, eldekini idareli kullanmaya çalışıyor ya, onun gibi. En aza indirdim her şeyi, en uzun süre dayanmak için. Üstelik bilerek de değil, benliğim tek başına yaptı bunu, ben geç haberdar oldum.

Mola süresi akıp gidiyor, günler aynı gibi, üstelik rahatsız bile değilim bundan. Her şey pastel renklere ve alçak seslere bürünüyor. Düşünüyorum, hiç konuşmasam da olur aslında. Zaten canım pek konuşmak istemiyor. Mutsuzluk filan değil, sadece söyleyecek yeni bir şeyim yok gibi sanki. Uzun uzun konuşup gülüyorum da, derin şeyler konuşamıyorum, hatta bucak bucak kaçıyorum. Belki yalnız tek bir istisna var, yeni edindiğim herkesten gizli arkadaşım, onu da daha ziyade dinleyip öğreniyorum zaten. Bir şeyler bile okumuyorum neredeyse, okumak bile güç istiyor, o gücü toplamak istemiyor canım. Düz bir insan olmak için uğraşıyorum, rolüme bürünmekten korkarak.

Elbette ki bu pastellik her şeye hakim değil. Bazı insanlarla ufak tefek kaçamaklar var hâlâ, beni konsere götüren çok şirin bir kız var. Kek yapmaya söz verdiğim birisi var. Film gibi kareler yaşıyorum üstelik, ya da dedim ya, ben çok seviyorum hayata bir roman kahramanı gözüyle bakmayı. "Biz bir romanda olsak insanlar bizi severek okurdu" demişti zaten biri bana, duyduğum en güzel sözlerden biri olarak kalacak hep.

Ben de kendi romanımın bugün sayfasında, sarı-beyaz bluzumla uyumlu papatyalar aldım anneme, Kadıköy'ün tüm bakışlarına inat elimde çiçekle bekledim durakta. Elinde çiçekle sokakta bekleyen bir kızın o çiçeğe para verdiğini düşünmüyor kimse, düşünmek istemiyor. Farkına varmasa da herkes biraz hayalperest, herkes o çiçeğin bir aşk itirafı, üç boyutlu mutluluk kanıtı olduğunu düşünmeyi yeğliyor. Oysa kimse papatya almadı bana, ki en ucuz çiçek, ki benim en sevdiğimdir.  Ben anneme aldım ama, romandayız ya, incelikli olsun diye. Üstüne üstlük güzel haberler de aldım otobüsteyken, çiçeğin yanında bir demet havadis verdim ona, mutlu olduk.

Bugün bir de Haluk Bilginer'in yeni oyununa biletimi aldım. Geçen sene de bu zamanlarda Şekspir Müzikali'ne gitmiştim, yine o zamanki gibi heyecan içindeyim. Oyun Atölyesi ne güzel, onu içinde barındıran Moda ise bence bu şehrin en güzel semti. Vapurlarına da aşığım bu şehrin, hatta karşıya geçmek için vapura binmiyorum ben, vapura binmek için karşıya geçiyorum. Bir de gün batımına denk gelirsem kimse ikna edemez beni buradan daha güzel bir şehir olduğuna.

Tüm bu güzelliklere rağmen evde geçiyor vaktin çoğu. Çok keyif alarak Leyla ile Mecnun seyrediyorum. Öyle mütemadiyen değil, haftada bir, tadına vararak. Pazartesi sendromlarım bile sonlandı, iple çekiyorum akşamı. İple çekiyorum Mecnun'u, Leyla'yı, İsmail Abi'yi, Erdal Bakkal'ı. Tam tadında güldürüyor bu dizi, güldürmenin yanında da çok ince, çok naif bir şeylerden bahsediyor aslında. "Güçlü ol İsmail" dendiğinde "Ama ben güçlü olmak istemiyorum ki, Şekerpare'yi istiyorum" diyebilen bir dizi bu. Severek izlemenin ötesinde, bana mutluluk, enerji ve umut verebilen tek dizi. Ya da kendi tabirleriyle "Leyla ile Mecnun, hayatı boyunca hep yedek kalmışların hikâyesi. Beethoven’ın 9. Senfoniyi bestelediğinde sağır olduğunu bilenlerin ama arabeskten de vazgeçemeyenlerin, başka hikâyelere dâhil olamadığı için kendi hikâyelerini yazanların, bazen küfürlü konuşup, aşkla susanların, kafası hayli karışık olanların hikâyesi." İzlediğim en samimi, en yalansız, en iddiasız en güzel yapım belki de. İzlenmeli ve sevilmeli, ama yalnızca anlayabilecek kadar temiz ve içten olanlar tarafından.

Leyla ile Mecnun'a eşlik eden yeşil çay var bolca tükettiğim ve bu mevsimin pastelliğine çok yakışan. Yeşil elmalısı çok keyifli oluyor ve uykuyu düzenliyor, uykusuzlara. Uykusuzluk kalmadı mesela, hem tüketiyor günler beni, hem aklım rahat, ruhum sakin. Güvenli limanlardayım, uyumak çok kolay dalgasız denizlerde.

Dedim ya, dalmıyorum derinlere, bozmaktan korkuyorum bu çarşaf gibi denizi. "Böyle ne kadar sürer sence? Bence uzun sürmez" dedi bir arkadaşım, sessizliğimi kastederek. Hiç bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Çok yavaş akan bu suda ağır ağır ilerlemek istiyorum bir süre. Zaten zor bulunur bu sükut, düşünerek dalgalandırmayın denizimi, bulandırmayın suyumu. Bana verilen bu ılık suyu yudum yudum içeceğim ben. Evet tabii ya, buldum. Bu aralar her şey çok ılık.

Bir de esgeçtiğim bir gün var ki, tamamen suçluyum bu konuda: 10 Eylül blogumun doğum günüydü. Çiçek Dürbünü 2 yaşına bastı. "Kızının doğum gününü kutlarım" demiş birisi, mutlu oldum. Bu annelik mi bilmem, ama çocuk yetiştirircesine emek veriyorum uzun süredir, emeklerimle de kendimi büyütüyorum. İki senedir ben yazdıkça ve birileri okudukça varoldu bu blog. Kocaman bir teşekkür borcum var okuyan, okutan, yazdıran, yoldaş olan, konu olan herkese. Benim bir kalemim var şekillendirmeye çalıştığım, ama mürekkebi eksik. Yaşadıklarım, okuduklarım, yolları benim yolumla kesişenler, bir de beni okuma lütfunda bulunanlardır mürekkebin özü. Sözcükler, harfler, satır araları değişse de kalem hep elimde. Hep mürekkebim olun ki, yazmam mümkün olsun. Defterim ol Çiçek Dürbünü, ol ki beraber yazalım. İyi ki doğdun.

Eylül bile yarılandı, farkında mısın?
Değer verdiğin ne varsa, tut, kaçırma elinden. Düşerse solar bu mevsimde.
(Şarkı.)
"Biz kırıldık daha da kırılırız
 Kimse dokunamaz suçsuzluğumuza."

Cemal Süreya

Hiç yorum yok: