1 Ağustos 2010 Pazar

Gitme gitme gittiğin yollardan dönülmez geri.

Frankfurt Havalimanı’ndayım. McDonalds’ta kamp kurdum, bir elimde içeceğim, öbür elim klavyede, ekrana bakıyorum. Ben de eskiden görüp o çok özendiğim “abla”lardan olmaya başladım galiba: Ufak bilgisayarı, küçük çekçekli seyahat bavulu, sweatshirtü, kulaklıkları ve üstünde taşıdığı etnik takıları ile.

Ben çok isterdim böyle olmayı, çok da güzelmiş, ama ne denli zor olacağı aklıma gelmezdi hiç. Kaç saat oldu bilmiyorum, zaman mevhumunu yine yitirdim. Amerika zamanıyla söylersek Cumartesi sabahından beri öyle yoruldum ki, hem fiziksel olarak, ama en çok duygusal açıdan.

Beş hafta nasıl da korkutuyordu gözümü. Çok sıkılırım, evimi özlerim ve hatta programın orta yerinde dönmeye kalkışırım gibi çılgınca düşünceler geçti aklımdan. Şimdi düşününce gülüyorum. Hayatımın en güzel yazıydı. 

Daha önce de yurtdışına çıktım, yabancı arkadaşlarım oldu, ama hep geçiciydi, hep turisttim ben. İlk defa bir yere yerleştim, evim gibi benimsedim ve en önemlisi ilk defa yanımda tanıdığım kimse olmadan –kelimenin iki anlamıyla da- yabancı insanların arasında düştüm.

İyi ki de düştüm. Ben bilmezdim 5 haftada insanlara bu denli bağlanmanın mümkün olduğunu. O kadar çok mükemmel insanla tanıştım ve öyle çok şey paylaştım ki, şimdi aklıma bile getiremiyorum hepsini. Ben, evin tek çocuğu, dertleri dinleyen ama kendisi anlatmayan arkadaş, yemeğini hep paylaşıp hayatı paylaşmakta tereddüt eden ben, 5 haftalık yeni ömrümün her saniyesini koca bir grup insanla paylaştım.

İyi ki paylaştım. Onlarca arkadaşım var şimdi, hatta birkaç tane de dostum. İşin zor yanı, dün sabah itibariyle dağılıverdik her yere. Gerçekten her yere. Dün sabah okuldan otobüsler kalkmaya başladı. Önce 7.30, sonra 8.00, sonra 10.00 otobüsü. Sevdiğim herkes tek tek uzaklaştı kampüsten. Her seferinde defalarca sarıldık, numaralarımızı, emaillerimizi paylaştık, birbirimize hediyeler verdik, otobüs kalkarken peşinden koştuk. En çok da ağladık. Bir de yabancılar duygusuz derler, yalan. Saat 11.30 olup bizim otobüsümüz geldiğinde kimsede dökecek yaş kalmamıştı. Beş hafta önce sorsan hayal edemezdim bu hiç tanımadığım insanlar için böyle hüngür hüngür ağlayacağımı.

Çinli arkadaşım L. taksiye binene dek bırakmadı elimi. “Üniversitede görüşücez, ama beni unutmaman için al şunu” dedi ve antika bileziğini bana verdi, Çin yapımı, mükemmel bir şey. Hala kolumda. Ben de en sevdiğim lastik bileziğimi, pembe tek boynuzlu atımı hiç düşünmedim, verdim. Amerikalı M. İle ayrılmak da çok zordu. Anneannesinin arabasında uzaklaşırken ağlaya ağlaya “I love you” diye bağırdım, T. sarıldı, teselli etti. Sonra bloguma girmiş, moralim düzelsin diye Türkçeye çevirip okumuş, Türk arkadaşlarımın çoğu zahmet bile etmezken. Hepsinin en zoru, oda arkadaşım, yeni kardeşim K. Babası gelse de otobüsüm kalkana kadar bekledi, hiç takı takmamasına rağmen ona verdiğim nazar boncuğu bileziğimi hiç çıkarmadı. Daha niceleriyle defalarca sarıldık, ağlaştık, buluşmaya söz verdik.

Evet, gerçekçi olursak belki çoğunu tekrar göremeyeceğim. Ama olsun, benim aklımın bir kısmı onlarda artık, onların da kalbi bende. Biliyorum ya her yerde bir kapım var artık, o bana yeter.

Türk ekibine gelirsek, elbet yine görüşücez ama 5 hafta her an yan yana olmak gibi olmayacağı belli. Bir kısmıyla Boston’da vedalaştık, bir kısmıyla buraya dek geldik. Birkaç saat önce Türk grubunun en büyüğü ve nadir bulunan dişi üyesi, yani anneleri olarak yolcu ettim onları. Ben aslında yalnızlığı severim, ama herkesle iç içe geçen 5 haftadan sonra yalnız kalmak çok koyuyor insana. Yine başladım hüzünlenmeye ve kafamda blogumla konuşmaya. Sanki Amerika’da ikinci bir hayat edindim ve şimdi bu iki hayatım arasında pause tuşuna basılmış gibi.

Evi özledim ve bir an önce varmak istiyorum. Ama bir yandan da biliyorum ki evim orada olacak, ama ne olursa olsun bu ekip, bu duygular, bu ruh bir daha aynı kampta da olsa toplanmayacak.

Bir de keşke hiç keşkemiz olmasa hayatta, keşke söyleseydim, keşke bilseydim demesek, her şey farklı olabilirdi cümlesini kurmasak. Bak işte hayat akıp gidiyor, koşmak yakalamak lazım, hiçbir şeyi içinde saklamamak lazım.

Yine kampı anımsatan şarkılardan biri çalmaya başladı havaalanında. İstanbul’a, eve, gerçek yaşama nasıl adapte olucam bilmiyorum. Keşke gerçek dertlerden uzak o sihirli beş haftalık dünyadan hiç kopmamak mümkün olsaydı.

Benim için çok uzun süredir beklenen bir rüyaydı, ışık hızıyla geldi ve geçti. Ben değiştim mi, büyüdüm mü bilmiyorum. Tek bildiğim hayatımın asla eskisi gibi olmayacağı.

IF ANY OF MY NMH BUDDIES IS READING THIS, REMEMBER THAT I LOVE YOU!

Yine yola çıkmak lazım. İstanbul’da yeni hikâyelerle görüşmek üzere, bu yazın soundtracki ile veda ediyorum.

“Hey soul sister,
I don’t wanna miss
a single thing you do tonight.”
Hey Soul Sister - Train

Hiç yorum yok: